Çarşamba, Aralık 28, 2011

dönüşümün tersinirliği üzerine...


“- Görüşmeyeli ne çok olmuş, neler yaptın bunca zamandır?” dedi.

Kendime yasaklar koydum, onlarca binlerce yasak. Sonra mantar panomdan bir tane iğne alıp –rengini hatırlayamıyorum- hepsini tek tek deldim. Kendi yasaklarımdaki deliklerin üretim hatalarından kaynaklandığına karar verdim, hepsini kaldırıp çöpe atarken artık kararlı biriydim. Bir sonraki kararım çöpe attığım yasaklarımın üzerine sifonu çekmek oldu, ama üşendim. Bu kadar üşengeç biri olmasaydım, kararlarımın hayal ürünleriyle olan ilişkisini tanımlayabilirdim, tanımlayamadım.

Gecelerce yargılardan bahsettim kendime, yargılar üzerine konferanslar verdim kendime. Kendimi büyük bir dikkatle dinledim, gerekli yerleri not aldım, daha gerekli yerlerin üzerlerini çizdim. Sonra notları yazdığım kağıda alerjim olduğu ortaya çıktı, ölüm korkusu yüzünden açıp o notları bir kere daha okuyamadım. Onun yerine odamın balkonuna yığdım hepsini, gözümü kırpmadan cayır cayır yaktım, bu beni öldürmek isteyenlere verdiğim tipik bir cezaydı zaten. Nefretle gözüm o kadar kararmamış olsaydı, bu it soyları yanarken açığa çıkan gazların zavallı ciğerlerimi mahvedeceğini fark edebilirdim, fark edemedim.

Geçmişle geleceği ayırmak için bir duvar inşa etme planım vardı, hayata geçsin istedim. Ölçüleri aldım, taslakları hazırladım, hesaplamaları yaptım, simülasyonları çizdim, inceledim, kullanacağım malzemeleri seçip temin ettim, inşaata başladım. Asıl amacım her iki tarafı da görerek bu duvarın üzerine yürüyebilmekti, bu yüzden yükseklik korkumu yenmemi sağlaması için kadroya bir de terapist aldım. Terapist bana duvarın geçmiş tarafına bir merdiven inşa etmemi önerdi, kabul etmeden duramadım. Geçmişin bir okyanus olduğunu söyleyenleri biraz ciddiye almış olsaydım, ben merdiveni kurarken arkamdan sinsice yaklaşıp beni bir hamlede yutan tsunamiyi öngörebilirdim, yapamadım.

Otobiyografimi yazmak her zaman yapmak istediğim bir şeydi, hazır vaktim varken ona da el atayım dedim. Beyaz bir sayfa açtım, aldım elime kalemi, adımı soyadımı yazdım ve orada kaldım, yazacak başka hiçbir şeyim yoktu. Otobiyografimi okumak, sindirmek ve ardından kütüphanelerinin baş köşelerinde sonsuza dek özenle muhafaza etmek isteyen kalabalığı düşünmek de heyecanlandırmadı beni, aksine henüz hiç yaşamamış olduğumu fark etmenin verdiği acıyla kıvranıyordum. Hemen bir ağrı kesici aramaya başladım, önüme gelen her çekmeceyi her dolabı giderek artan bir umutsuzlukla açtım. Sonunda bulduğum yegane ilaç şişesinin üzerinde “Sadece yetişkinler içindir.” yazan ibareyi okumuş olsaydım, belki o ilaçları büyük bir şevkle yutmak yerine aldığım rafa geri koyabilirdim, koyamadım.

Ortalıkta olduğum sürece pek çok kişinin ayağına dolandığımı anladığımda kendimi bir kutuya koydum, bir dolabın en alt köşesine sakladım. Kutuda geçirdiğim zamanı yeni bir dünya kurarak değerlendirmek istedim, bu dünyayı tek bir yerden ben yöneteyim istedim. Yarattığım halklar benim himayemde birleşti, egemenliğimdeki topraklar benim yönetimimde ürünler verdi. Halkıma vekil seçmeleri için izin verecek kadar alçak gönüllüydüm, oluşturulan parlamento benimle bütünleşti. Ancak kutunun içindeki kaynaklar sınırlıydı, bir süre sonra maaşım ödenmeyince kendi yönetimimi protesto ettim. Kendime düzenlediğim ve başarıya ulaşan suikastın sonunda daracık kutunun içinde bir anda patlak verecek anarşiyi öngörmüş olsaydım, belki daha uzlaşmacı bir politika izleyebilirdim, izleyemedim.

 “- Hiç, bildiğin gibi. Hep aynı şeyler işte.” dedim.


Cuma, Aralık 16, 2011

sadece biraz sohbet edelim istedim işte...


Siz okumayalı ne kadar oldu bilmiyorum ama ben yazmayalı çok oldu. Yazmakla bir alıp veremediğim yok, sadece olaylar öyle gelişti işte. Aslında aramız açılmadı, sadece son zamanlarda o çok yoğun ve bana eskisi kadar vakit ayıramıyor. Durumunu anlıyorum ve mecburen saygı duyuyorum, modern toplum bizi durumları anlamaya ve mecburi saygılar duymaya koşullandırmıştır. “Belki de biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardır.” diyorum dışımdan ama bu da modern toplumun düzeninden kopmamak için harcanmış bir çabadan fazlası değil. İçten içe ölsem de, dıştan dışa sürünüyorum ve bu şekilde kusursuz kamuflajımın bana sunduğu avantajlardan faydalanıyorum. Pragmatizmin canına okuyorum.
Yukarıdaki paragrafta bahsi geçen üçüncü tekil şahıs yazmanın ta kendisi. Karışıklık olmasın diye belirteyim dedim.
Yazma konusundaki isteksizliğimin (bu yazamamak kelimesinden daha iyi durdu sanki, hadi bununla devam edelim) temelinde muhtemelen milyonlarca şey var, çünkü ben her gün yeni bir tanesini keşfediyorum. Mesela bugün keşfettiğim sebep yazarken bana malzeme olabilecek şeylerin üzerinde düşünmekle ve onları çözümlemekle uğraşmıyor olmam. Yandaki cümledeki anlatım bozukluğunu bulunuz ve ağzına iki tane çarpınız.
Dürüst olmak gerekirse artık bir şeyleri çözümlemiyorum, çözümlemeden yaşıyorum. Denklemdeki bilinmeyenin (nam-ı diğer x’in) neye eşit olduğu pek de umrumda değil. Üstelik sanılanın aksine, x’le aramızda bir anlaşmazlık da yok. Ne o benim yoluma taş koydu, ne ben onun üzerine kaynar çay döktüm. Ne o benim yazdığım çocuğu götürdü, ne ben onun eski manitasını tavladım – malum, bugünlerde anlaşmazlıklar çoğunlukla bu yüzden çıkıyor. Ben sadece x’in takdirini kazanmak için kendimi ona beğendirmeye çalışmaktan vazgeçtim ve akabinde onun da benim kendisini takdir etmemi kutsal bir yerlerine takmadığını fark ettim. Durum açıklığa kavuşunca denklemi de çözmeme pek gerek kalmadı tabi ki, ben de kendi haline bıraktım işte.
Her şeyden nasıl sıkıldığımı anlatmaktan o kadar sıkıldım ki burada bu sıkıntımdan bahsetmek bile inanılmaz derecede canımı sıkıyor. İnsanlık bir yerlerde bir şekilde yükselişe geçiyor ve biz de kaçınılmaz olarak burada düşüşlerle bütünleşiyoruz. Dengenin bir şekilde kurulması gerek, artı sapmaları ciddiye alamayan bizler nasibimizi eksi sapmalardan alıyoruz. “Eee, misafir umduğunu değil bulduğunu yer.” diyerek sözü ölüme bırakmak istiyorum ama bir panik atağı daha kaldıramaz bu bünye, o yüzden isteklerime gem vurup diğer paragrafta sözü hala elimde tutmaya karar verdim.
Burası diğer paragraf ve söz hala bende. Aslında demek istiyorum ki, dif hala hayatta ve bir satır dahi yazamıyor, o yüzden endişeye kapılmayın. Buraya kadar yazdığım her şeyin yazılma amacı bu. Son bir aydır –son bir kaç aydır- aynı yerde oturuyor ve aynı şeyleri düşünüyor. Ne oturuşunda ne de düşüncelerinde hiçbir değişiklik yok. Arada bir odasını temizliyor ve boş zamanlarında Facebook ana sayfasını yeniliyor. Bir süre sonra oda kirlenmemeye başlıyor ve ana sayfada hiçbir yenilik olmuyor. Demek istediğim, dif hala buralarda, egzistansına lanetler okuyor, bir satır dahi yazamadığı gibi bir saat dahi yaşayamıyor. Sadece var oluyor ve apartmanın dış yüzünü desenli duvar kağıtlarıyla kaplayacağı günü düşlüyor.

Uzay - zaman'ın sınır tanımazlığını kabul ediyor ve hepinizi öpüyorum.


Çarşamba, Kasım 09, 2011

katty'nin intiharı #5 sonun başlangıcı...



Sekiz gün yedi gece. Yedi gün altı gece. Altı gün beş gece...
Biri sağ yanını mesken tutmuş, gördüğü her hatana alkış tutuyor. Biri arkana geçmiş, senin görmez tarafından bulduğu her fırsatta intihar ediyor. Nicedir beklediğin o uğruna ölünesi övgüler sövgülere karışmış, bilinmeyen uzaklardan kulaklarını tırmalıyor.
Günler gecelere bulanmış, geceler zihnine bulaşmış, yüceltilen zekanın her bir ilmeği bir yeni kördüğüme gebe. Kendine duyduğun güven geçirmiş kafasına bir siyah çuval, giyotinin başında hazır ola durmuş. Kendine duyduğun güven giyotinin başında tam da yerini bulmuş. Hala bulamadığın şu çok efsane amacın birilerinin arzularına araç olmuş, şimdi boş zamanlarında kendi hayatına renk katmak için senin kanını emiyor.
Sen bunları hak etmedin. Sen bunları hak etmedin.
Sen hiçbir şeyi hak edemedin.
Hukukun onlara verdiği yetkiye dayanarak yetmiş iki milletin egemenliği altına girmişsin. Sen vermen gereken kurtuluş savaşında hükmen yenilmişsin. Sahne ışıkları altından gelen birileri sana nice roller yazmış, sen elemeleri geçememişsin. Yaşadığın her an önüne yepyeni yollar açan bir Tanrı varmış, sen inanmayı reddetmişsin.
Beş gün dört gece. Dört gün üç gece...
Çıldırmanın eşiğini kim ne zaman bu kadar yükseltmiş? Deliliğe düzülen övgüler ne zaman bu kadar popülerleşmiş? Kendine geldiğinde istikrarından hiçbir şey kaybetmemiş olacağına olan inancınla kendine duyduğun sonu gelmez saygının arasındaki bağlar çoktan kırıldı. Hani mükemmel mantık örgün Faraday kafesi gibi zihnini dışarıdan gelen saldırılara karşı koruyacaktı?
Tarih ve tekerrür iki büyük kavramdı, insanlığın en büyük hatası bu iki kavramı birbirlerine bağlamak oldu.
Yine boşluktasın, yeniden boşluktasın. Gerçekten bu kadar ucuz kurtulacağını mı sanmıştın?
Üç gün iki gece. İki gün bir gece...
Burası sınır, burası son, bulunduğun bu nokta sonsuzlukla eş anlamda kullanılıyor. Kimse sigarana ateş tutmayacak burada, kimse cebindeki az kullanılmış peçeteyi seninle paylaşmayacak. Burası tüm varoluşlarının kendini tükettiği yer, sen burada artık var olamazsın. Sen burada artık ölemezsin. Senden başka kimsenin anlamını bilmediği o dört duvar sana mezar bile olamaz. Burası bir gece, burası hep gece. Burada zaman sonsuz, karanlık sınırsız. Burası senin içindeki kara deliğin katılaşıp somutlaştığı kırılma noktası.
Sen buraya kendin geldin. Sen buraya bilerek, isteyerek geldin.
Sen buraya geri kalanları bırakmaya geldin.
Bir gece, bir gece. Bir gece, tek gece. Gece, hep gece...
Kendi içine son kez çöktün, seni kimsenin çıkarmasını bekleme. Burası senin kendi sonsuzluğun, burası senin için tek gerçek son aslında. Ve buradan da çıkmayı başarabilirsen, sana söz veriyorum, bir daha asla geri dönmeyeceksin.


Her son kendine özgü bir yolla başlar, mesela bir diğer sonun başlangıcı.


Cumartesi, Ekim 22, 2011

bir ilişkinin lobotomisi...



Öncelikle bunu bilmenizde fayda var sanırım, iç sıkıntısını dışarı vurma yöntemleri çok yaratıcıydı. Davranışlarını özenle seçerdi, bu sayede onun iç sıkıntısını birinci elden göğsünüzün içinde kalbinizin derinliklerinde hissederdiniz. Yaşadığı hayattan nasıl bunaldığını anlatırken kelimelere ihtiyaç duymaması kıskanılacak bir özelliğiydi, ona baktığınız anda bunu rahatlıkla anlayabiliyordunuz, zira görüntüsü buhranlarını hayasızca ele veriyordu. Buna rağmen ben ona bakmakta hiçbir beis görmüyordum, elimden gelse kendisini özenle bir vitrine yerleştirip, karşısındaki deri koltukta saatlerce şarap yudumlayabilirdim. Ancak aklım yerine geldiğinden beri vitrinlere karşıydım ve şarabın kokusu bile midemi bulandırıyordu.

Onu anlamadığımı söyleseydim birlikte geçirdiğimiz zamana haksızlık etmiş olurdum, bu yüzden bunu asla kelimelere dökmeye çalışmadım. Onun yerine bu süreyi onu anlamaya uğraşmakla değerlendirdim, ancak sizin de açıkça görebildiğiniz gibi bu uğraş hak ettiği değeri görmedi. Paha biçilemez olmak gibi bir idealim yoktu gerçi, yine de piyasa fiyatının biraz üzerinde olmak gururumu okşayabilirdi. Hesaba katmadığım şey onun kendi içinde kaybolduğu şu dehlizlerdi ve bir insan kendi içindeki dehlizlerde kaybolmayagörsün, kimseyi gerçekten isteyerek okşayamaz.

Üç aşağı beş yukarı benzer yaratılışlara sahip olduğumuzu düşünmüştüm – ki sadece bu örneğe bile bakarak neden filozof olamayacağımı anlayabilirsiniz. Elimde olmadan anlamlar yüklüyordum ona, hem de eşek yüküyle, ardından da bu anlamlara dayanarak çeşitli asılsız çıkarımlarda bulunuyordum  –ki sadece bu örnekten yola çıkarak benden neden sosyolog olamayacağını da anlayabilirsiniz. Aklını okumak gibi bir amacım yoktu, sadece ne hissettiğini anlamak için yeterince kendimi paralarsam başarılı olabileceğimi umuyordum –ki bu örnek bile benim neden psikolog olamayacağımı anlatmak için yeterlidir. Yaşanmışlıklar gün geçtikçe tozlanıyordu hafızamda ve hafızamın tozunu almaya niyetlendiğim her an, gerçekler biraz daha karmaşıklaşıyordu – umarım bu örnekte benim neden tarihçi olamayacağımı da anlamışsınızdır. Her şey sizin beni daha iyi anlayabilmeniz için.

Gitmek istediğini söylediğinde ona karşı çıkmadım, şimdi geriye baktığımda keşke kabul etmeseymişim diyorum. Ama keşkelerle yaşanmaz, yani en azından bizlere öğretilen budur. Onu durdurmak yerine çantasını hazırlamayı teklif ettim, tek isteğim onun için bir şeyler daha yapabilmekti. Fakat söylediğim gibi, o hali hazırda kendi içinin sıkıntısında hüzünlü duşlar alıyordu, hala duşta olan birine havlu tutmak kadar anlamsızdı bu teklifim. O da böyle düşünmüş olacak ki, olanca edepsizliğiyle reddetti beni. Tuhaf bir biçimde, aldırmadım bu tepkisine. Kindar biri değildim, daha önce aldığım bir intikam yoktu ama bu işi bilenlerden duyduğuma göre bu soğuk yenen bir yemekti. Ve inanın, piyasa fiyatının altında satışa sunulmak her mal için bir intikam sebebi olabilir.

Ayrılık günü gelip çatana kadar her şey planladığı gibi gitmişti. Size söyledim mi bilmem, kendisini boğan onca karanlığın içinde bile her zaman hazır ve planlı olmasıyla ünlenivermişti, bugün bile beni şaşırtan bir başarıdır bu. Vedalaşmak için yanına gittiğimde benden son bir sigara istedi, ben de son sigaramı çıkarıp ona uzattım. İki kişi toplasan bir sigara ancak ettiğimizi gördüğünde hüzünlendi, bu ani hüznü benim dünyama güneşin kendi içine çökmesi olarak yansıdı her zamanki gibi. Ona ne kadar kırgın olsam da güneşsiz yapamazdım, zaten güneşsiz kimse yapamaz, bilirsiniz. En yakındaki markete gidip sigara alacağımı ve ben gelmeden asla gitmemesini rica ettim, söz verdi. Size bahsetmeyi unutmuş olabilirim, bunca zaman boyunca benim için yaptığı tek şey bana verdiği sözleri tutması olmuştu ve bu defa da farklı olmayacağını sadece içimdeki ses değil onun gözleri de söylüyordu. Çıkarken çabuk gelmemi söyledi, aksi takdirde geç kalacaktı, vakur ancak sevimli bir ses tonuyla merak etmemesini söyledim. Kapıyı kapatırken son bir gülücük gönderdim ona, son derece karanlık bir bakışla karşılık verdi ve evden çıktım. Bir daha da geri dönmedim.




Çarşamba, Ekim 05, 2011

bir gecenin tükenmesi...


Ben senden bir şey beklemedim, sen de bana bir şey vermedin zaten. Elimde bin yıllık bozuk bir telsizle metrelerce karın altından sana yardım sinyalleri göndermem anlamsızdı, senin telefonun teknolojinin geldiği son noktayı çoktan geçmişti çünkü. Senin sörf yaptığın bir internet vardı, ben Kuzey Buz Denizi’nde tecavüze uğruyordum, üstelik bu buz dağının sadece görünen kısmıydı.
Benim senden yana hiçbir beklentim yoktu, gerçekten. Sen de zahmet edip bir su getirmedin zaten. Halbuki Sahra Çölü’nün ortasında da değildim, sadece kendi içime çökmüştüm yine. Sen belki bilmiyorsun ama, benim içimde de kutup ayıları vardı. Bedevilikten çok uzak olmam önemli değildi, sen hep kutup ayılarının tarafındaydın zaten.
Hakikaten, ben beklentilerimi sıfıra indirmiştim. Bu senin de işine geldi zaten. Haklı davamın sonunda müebbet yedim ben, sen o sırada rakı masasında kim bilir kaçıncı yüzyılın adalet anlayışını tartışıyordun. Benim rakıya sözüm yoktu, rakının mideme garezi vardı sadece. Sen bu defa da rakının tarafını tuttun, ben de sabaha kadar mideme boşalttığın kurşunları kustum işte.
Hiçbir şey beklemiyordum ben, senin de istediğin buydu zaten. Ben oturmuş Babil Kulesi hakkında düşünüyordum her zamanki gibi, insanların ayrı dillerde konuşmalarını ayrı düşüncelere sahip olmaları şeklinde yorumluyordum. Sen ağzımdan çıkan sözcüklerden yaptığın kafese tıktın beni, üstelik kafes altından bile değildi. Birilerinin atası yine doğru söylemişti, söz ancak gümüş olabilirdi ve benimkiler o kadar bile iyi değillerdi.
Beklentinin kırıntısı bende mevcut değildi, sen de alacağını almıştın zaten. Muson yağmurlarının etkisi altındaydım ben, seninse kendini masaj salonlarına atman bir an sürmüştü. Hibakusha'lardan bahsederken beni dinlememeni anlayabilirdim her zaman, ama Nagasaki’ye benimle birlikte yerleşmek istememene kırılmıştım doğrusu. Kendimi bile kandırmıştım oysa ki, ben çoktan bir beklenti yumağına dönüşmüştüm, sense gitmeyi en başından kafana koymuştun zaten.

18.09.2011


Pazartesi, Eylül 05, 2011

kaçınılmazın gerekçeleri...



Bitmek tükenmek bilmeyen geceler vardır, bilirsiniz. Böyle gecelerde uzun uzadıya düşünmek gerekir, böyle gecelerde uzun uzadıya düşünmekten başka bir şey yapmamak gerekir. Böyle geceler beraberlerinde boyu uzun düşünceleri  getirir, size ise dünden razı bir misafircesine bulduklarınızla yetinmek kalır. Olur da bir çılgınlık yapıp yetinmezseniz sonunuz gerçekten kötü olabilir, zira böyle geceler içinizde büyüyen arsızlığın kökünü kurutmak için birebirdir.
Kaçınılmaz idamımdan hemen önceki gece işte böyle bir geceydi. Aslında isabet olmuştu, böyle bir geceyle layığımı bulmuştum, çünkü kaçınılmaz idamımın gününe hatta saatine bile karar vermiş olmama rağmen suçum hala sabit değildi ve infazdan önce suçumu sabitlemem bu zavallı boynumun biricik borcuydu. Takdir edersiniz ki, kaçınılmaz idamımdan sonra suçumu sabitlememin bir anlamı yoktu, bu yüzden böyle bir gece benim için idealdi. Değerini bilmeli, hakkını vermeli, hatta gerekirse şükretmeliydim. Hem nasıl olsa böyle bir gece bunların hepsini yapabileceğim kadar uzundu.
Uzun uzadıya düşündükten sonra vardğım sonuç oldukça şaşırtıcıydı, ama gerçekliği de su götürmez nitelikteydi. Bilirsiniz, gerçekliğin niteliği her zaman önemlidir, ne kadar şaşırtıcı olursa olsun.
Her neyse. Suçum, açık ve seçik bir biçimde, meyildi. Bir suçu gerçekten hakkını vererek işlemekle işleyebilecek kapasitede olmanın arasındaki tel örgünün üzerinde yaptığım cambazlıklardı. Bana duyulan güvenin camına çektiğim şuttu, birileri ben o şutu çekmeden önce şu nankör topumu kesmeliydi, hem de acilen. Etrafımdaki herkesin binbir çeşit düğümle bana bağladıkları inanç iplerini kesmeme yarayacak makasın cebimde olmasıydı. Başkalarının iyilik kavramıyla benim kötülük kavramımın arasındaki gizli geçitlerde saklıydı. Meyil, benim yokuş aşağı son hızla giden freni patlamış bir kamyona dönüşme olasılığımdı ve benim suçum bu olasılığı her zaman içimde barındırmamdı. 
Aklımdan geçen renkli düşüncelerin ahenkli altyazılarında gizliydi bu meyil. Elimde tuttuğum, ince camdan yapılmış, manevi değeri bol bardağı bir anda yere düşürüp kırabilme ihtimalimdi aslında, el kaslarımı kontrol eden sinirlerin bir anda beynime karşı gelebilecek olmalarıydı. Geçmişle geleceğin kesiştiği noktada Pandora’nın kutusundan üzerinde benim adım yazılı olan etiketlerle çıkanlardı. Geçmişimin geleceğimi arzulama sebebiydi, geçmişimin geleceğime tecavüz etme sebebiydi. İçimdeki kahinin makamını bu kadar uzun süre muhafaza edebilmesinin kaynağıydı meyil ve o kahin o makamda oturduğu sürece ben parmaklıkların ardında yaşlanmaya devam edecektim. Zira, meyil kayıtsız şartsız benimdi ve bu da beni suçlu yapan asıl şeydi.
Hakkımdaki suçlamalardan beraat etmemi engelleyen savcı, benim meyilimin hukuk tahsili yapmış haliydi. Girdiğim sınıfta bu dersi kaçıncı defa aldığımı soran hoca, meyilimin akademik kariyerinin zirvesindeyken girdiği kılıktı. Birkaç kere buluştuktan sonra telefonlarıma cevap vermeyen adam, cebinde meyillerime dair uzun bir liste tutan kişiden başkası değildi. Bu defa dikkatli olmam ve aynı hataları tekrarlamamam için bana yalvaran arkadaşlarım meyillerimi saptama konusunda mükemmel bir yeteneğe sahiptiler ve maalesef ki beynimin yönetim kurulu üyeleri onların en kıymetli destekçileriydi.
Meyillerim söz konusu olunca, en güvenilir harita geçmişimdi. Meyillerim söz konusu olunca, bilirkişiler canlarını yaktığımı tüm dünyaya haykırarak iddia edenlerdi. Meyillerim söz konusu olunca, bilirkişi raporu her zaman aleyhimeydi ve inanın, sadece bu bile beni kötü biri yapabilirdi. Aslında dürüst olmak gerekirse, sadece bu bile ebemin kötü yola düşmesi için yeterli bir sebepti. Meyillerim söz konusu olunca, altımdaki tabureyi devirecek cellat bile son isteğimi sormayabilirdi. Meyillerim söz konusu olunca, darağacının başıma yıkılması işten bile değildi.
Gecenin sonunda istediğim sabitliği elde etmiştim işte, suçum kesinlikle ve sadece meyildi. Ben bu meyilden dolayı suçluydum, ve her zaman da suçlu olacaktım. Meyillerimin her biri, gelecekte işleyeceğim suçlara paha biçilmez birer referanstı ve idamım bu yüzden kaçınılmazdı.


















Not : Üstteki parça eskisi gibi her yazıya bir parça koymamı isteyen insan içindir. Evet, ben de soundcloud.com'la uğraşmayı özlemişim.

Pazar, Ağustos 14, 2011

katty'nin intiharı #4 kehanet...


Az önce cenneti terk etmiş bir melek kılığında usulca sokulacağım yanına, beynini delen o yağmurdan korunması için başının üzerine tutacağım şemsiyemi. Minnettar gözlerle bakacak yüzüme, artık sadece bir av olduğunu bilmeden. O minnettar bakışlarını asla unutamayacağım, ölüm anıma kadar yakama yapışacak iki el olacak gözleri.

Gözleri aklıma gelecek, ben senaryoyu yazacağım. Gözleri aklıma girecek, ben değişkenleri belirleyeceğim. Gözleri içime işleyecek, ben planımı yapacağım. Gözleri beynimi delerken ben zarları sallayacağım.

Gözleri beni boğarken, ben onun yıkımını başlatacağım.

Çocukluğunda dinlediği ama hiç unutamadığı bir masalla giydirecek beni, ben tüm zarafetimle açık yaralarımı kuşanacağım. En kapanmaz yaralar kamufle edecek yıkımında kullanacağım silahlarımı. O, yapımımda emeği geçen herkese teşekkür ederken, geçmiş zamanın küflü ağızlarından kendisine edilen bedduaların ete kemiğe bürünmüş hali olduğumu asla göremeyecek.

Fonda Lethe çalarken, ben en sevdiğim enstrümanın savaş davulu olduğunu ona asla söylemeyeceğim. O kollarına yer etmiş porselen bebeğe kırmaya korkarak sarılırken, herpetologlar koynuna giren yılanın türünü saptamaya çalışacak. İçimdeki çürümüşlüğün kokusunu ciğerlerine çekecek ve mutluluktan başı dönecek. Bense o sırada ondan emdiğim kanın yerini yaratılışımdan gelen zehirle dolduracağım. O, mutluluğa tapınırken nasıl zehirlendiğini asla bilemeyecek.

Saçlarını okşayarak anlatacağım ona aşık olduğu kadının nasıl bir seri katil olduğunu. Anlatıldıkça mantıklı gelen bahaneler bulacağım yarattığım katliama, dinledikçe mantıklı bulacak işlediğim cinayetleri. İnanmak isteyecek çünkü, bahanelerime inanmak isteyecek.

Gözleri bana inanmak isteyecek. Ben gözlerini görecek ve kendimden nefret edeceğim.

Ansızın terk edeceğim onu, asla gitmeyeceğime inandırdıktan hemen sonra. O, zavallı, yokluğumda alamadığı nefesiyle beni geri döndürmek için yakarış çığlıkları atacak ve ardımdan ettiği tüm dualarda ölmüş olma arzusu ön plana çıkacak, bunları garanti edeceğim. Giderken yanıma alacağım tek şey gözleri olacak, o gözler boynumda bir pranga ihtişamıyla parıldayacak. Onunsa derin kuyulara taş çıkartan göz çukurları bomboş kalacak, saygı getireceği yerde lanet çekecek bir çift savaş yarası. Hiçbir doğal merhem o yaraları kapatmayacak, hiçbir şiirsel nutuk acılarını dindirmeyecek.
Sonunda o da afili bir maske takacak, ve orduya katılacak. Unutulmuş bir zamanda gözlerimi kaybettikten sonra, benim de yaptığım gibi.


Asla sevgilim diyemedim sana sevgilim, sadece sen gitmeden önce gizlice gözlerimi cebine koyabildim, o kadar.




Pazartesi, Ağustos 01, 2011

iş hukuku...


Aslında genelde cümle kurmayı pek bilmezdi. Anlamını sözcüklerine değil, sesinin tonuna bağlamayı tercih ederdi. Bu onun bileceği işti, tercihlere karışmak benim işim değildi.

Bazı insanlar güneşe yönelirdi, o kendine yönelirdi. Benden de aynısını yapmamı, yani ona yönelmemi beklerdi. Beklentileri boşa çıkarmak benim işimdi, ancak o söz konusu olunca işimi gücümü bıraktığım bilinen bir gerçekti. O genelde benim işlerimi pek bilmezdi.

Üzerine düşeni yaptığına dair inancı, sarsılamazdı. Buna rağmen bir şeyler yaptığı görülmüş şey değildi. Yaptıklarını yapmadıklarıyla karıştırıp ağzıma layık soslar hazırlardı, ben o sosları anlattıklarının üzerine döküp yemeye bayılırdım. Hazımsızlıktan şikayet etmek işten bile değildi.

Aslında bol bol itiraf etse de, o beni pek sevmezdi. Her fırsatta sevgisinden hiçbir zaman şüphe duymamışlığımı alır, güzelce yontar, sopa niyetine beni onunla döverdi. Ben ne zaman orantısız güç kullanımından dolayı şikayetçi olsam, orantısız aşk oyunlarının baş karakteri olur, işlemediğim suçların cezalarını çekerdim. Çünkü suç işlemeye meyilliydim. Suç, benim için bir işten daha fazlası değildi.

Boş zamanlarında boşluğa iniş partileri düzenlerdi. Bu partiler iki kişilikti, davetiyenin diğeri bendeydi. Bana verilen bu onurdan taç yapıp kendimi yüceltmektense indiği kuyunun başında dibini görmeden çıkabilmesi için dualar etmeyi tercih ederdim, O uzattığım yardım ellerini edepsiz hareketler yapmakta kullanırdı. Sonra bir köşeye oturup bileklerini keserken, benim için aldığı sapı güllü tabancanın süslü paketini açmamı seyrederdi. Kafaya sıkmak o an, sadece basit bir işten ibaretti.

Bizi överken aslında kendini överdi. Bana söverken genelde ruhumu ezerdi. Birlikte olma fikri O’nun için bir öfke terapisiyken, benim tanıdığım bazı parazitler daha insaniydi. Ama hakkını vermeliydim, tükürdüğümü yalamayı bana öğrettiğinden beri bu dükkanda işler daha iyiydi.

Dürüst olmak gerekirse, biz bir anonim şirkette hissedar, kar etmek için birbirini satan iki iş adamı idik. Benim bilincim O’nun iş yeriydi, O ise benim için işini yapan bir idam mangasından daha fazlası değildi. İkimiz de artık kendi işlerimize bakmaya karar verdiğimiz anda, ortaklık bitti.


Cumartesi, Temmuz 23, 2011

deneysellik üzerine...


Aslında, geceden yana büyük ümitlerim yoktu. Temelinde çift kişilik bir intiharı barındıran kavurgan bir aşktan paramparça çıkmış ve köhne bir odada terk edilmiş eski bir sevgili bana ne verebilirdi ki? Odanın köhneliğinde kendini bulmuş ve beni her katledişinde biraz daha kıvanan bir aşktan söz ediyorum.

Kendilerine duydukları kıvançtan kıvranan insanlar tanıdım. Sonunda aynadaki görüntülerini yediler.

Gerçi, geceyle bir alıp veremediğim de yoktu. Ana rahminden hallice bir sığınakta olası bir ihtiyaç anında arayıp da bulamayacağım şey ne olabilirdi ki? Anne şefkatinin eksikliğinden çok, anne kokusunun yoksunluğuydu beni ona bağlayan. İki derin yarayı birbirine bağlayan, kopmaz, kırılmaz, titanyum bir zincirden bahsediyorum. Kastettiğim tam olarak bu.

Açık yaralarla etrafta kırıtan insanlar tanıdım. Sonunda derin uçurumlardan aşağı uçtular.

Dürüst olmak gerekirse, geceye dair pek bir şey hissetmiyordum. Okunan bir yazının her kelimede biraz daha anlamsızlaşmasından çok, bomboş bir sokakta patlatılan bombanın yankısına benziyordu hissizliğim. Demek istediğim sokaklar dolusu insanın cenazeme gelmesi ve o cenazede kayda değer hiçbir duygunun açığa çıkamaması. Bundan bahsediyorum.

Hislerimden merdiven yapan insanlar tanıdım. Sonunda bana tepeden el salladılar, ben de onları alkışladım.

Gerçekten, gece bana hiç mi hiç çekici gelmiyordu. Var olmanın zıddını yokluk olarak kodlayan bir dilde var olamamayı açıklamaya çalışmak gibiydi kendisi. Buna dair süslü cümleler kurulabilirdi ve tek başına hiçbiri anlatabilmek için yeterli değildi. Size daha önce var olamamayı açıklamaya çalışmış mıydım? Kendime bile açıklayamadığım bir kavramdan söz ediyorum.

Gidişlerine kendimi ikna edemediğim insanlar tanıdım. Sonunda bir falcı dönüşlerini haber verdiğinde ağlamaya başladım.

Açıkçası, gece bana bir anlam ifade etmiyordu. Yoksunluğun krize dönüştüğü noktada acısını dindirecek hiçbir sebebi benimseyemeyen bir bağımlının gözlerinden görüyordum onu. Yarım kalan bir sigaranın kesinlikle buralarda bir yerlerde olduğuna dair boş bir inançtan söz etmiyorum. Ben daha çok umarsızca bir ağrı kesici aramayı anlatmaya çalışıyorum burada.

Anlamsızlıklarını acılarıyla donatıp sayfalarca anlatan insanlar tanıdım. Sonunda beni de kendilerine benzettiler.


Pazartesi, Haziran 13, 2011

katty'nin intihari #3 tahribat döngüsü...


İfade edememek çok zor. 

Bir şeyleri anlatamamak, bir şeyleri kusamamak, bir şeylerden kurtulamamak. Bir şeylerin sana yönelik nefret dolu tavrı. O şeylerin aslında her zaman pusuda beklediğini bilmek, zamanı geldiğinde seni boğmalarına izin vermek zorunda olmak. Zorunlulukların hayatını yaşanmaz kılma çabası ve bu çabayı başarısız kılmak için sadece senin çırpınman. Zaten başka birinin bunun için çırpınmasının saçma olması, zira bunu yapabilecek tek kişinin kendin olduğunu bilmen. Kelimelerin cümle içinde asla doğru yere oturamaması, anlamın başını alıp gitmiş olduğunu fark etmenin dayanılmaz sancısı. Bu sancıyı dindirecek bir ağrı kesicinin hala keşfedilememiş olduğu gerçeğiyle yüzleşmek ve bir yüzleşmenin aslında bir yıkımın başlangıcı olduğunu bilmek. Her sonun aynı zamanda bir başlangıç anlamına gelmesi ve inançlara bağladığın sonsuz güven ipinin aslında o kadar da sonsuz olmadığını fark etmek. Sonsuzluğun, sonu olan bir kuyuda hayat bulabileceği ve o hayata devam edebileceği düşüncesi, bu düşüncenin kendi hayatına bir türlü devam edememiş olan sana kaybettirdiği özgüven. Devam etmenin bazen gereksiz olduğunu ispatlayan yaşanmış hikayeler, bu yaşanmış hikayeler üzerinden yapılan olası gelecek tahlilleri. Bir falcının imdat çığlıklarına kayıtsız kalamayışı, o falcının tam teşekküllü bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden kaçmış bir şizofren olma olasılığı. Olasılıklar evreninin beynine birkaç mili saniye aralıklarla ettiği düzenli tecavüz, bu tecavüzün potansiyel çocuğunun adının paranoya koyulması. Bilimsel bir bakış açısıyla hayatı yaşayabilmek için çıldırasıya çabalamak, o bilimin senin bir türlü becerip de yaşayamadığın hayatı iki durup bir becermesi. Periyodik olarak bir şeyler tarafından tecavüze uğrama ihtimalin ve bu ihtimalin senin daha da fena batman için verdiği önü alınamaz destek. Koca bir demir kapının ardındaki silahlı çatışmaya girmene beş kala destek kuvvetlerinin hiçbir zaman gelmeyeceğini kurgulamak. Kurmaktan kuruyan bir zihin, bu zihne yönelen kurgusal takdir bakışları. Zamanın geçmemesi, ve bu sayede o zamanın hiç gelmeyecek olması. Olmakla olmamak arasındaki büyük meselenin ne olduğunun ayrımında olunan nadir anlar. Var olmanın seni bitirdiği anlar, bitişinle eş zamanlı olarak yeniden doğmanı bekleyen insanlar. Seni tüketenlere giydirdiğin deli gömlekleri ve bunun psikolojin üzerinde bir kutu prozac'tan daha az etkisinin olması. Seni hiç tanımayan birine bir şeyler anlatmak istediğin zaman senden istenen para, senin genişleyen zamanının asla nakite çevrilemeyecek oluşunun yarattığı ekonomik çöküntü. Bir yıkımın ardına saklanmış bilinmeyen nedenler, nedensellik yoksunluğunun tavan yaptığı anlarda elinden kaçan mantıklı davranışlar. Geçen her dakikadan zevk almak için duyulan manasız arzu ve bazı anların ileride seni boğabilecek kadar dolu dolu yaşanması. Kendi içinde kurmaya çalıştığın acınası denge, bu dengenin referanslarının başka hayatlara ait olması. Aslında o dengenin asla sana yada senin hayatına uyamayacağını bilmen ancak bu bilginin seni yargılayanlar üzerinde hiçbir yaptırımının olmayışı. Seni yargılayanlar üzerinde senin de hiçbir yaptırımının olmayışı. Onların senin üzerindeki sınırsız yaptırım gücü. Sen devam edemedikçe zamanın daha çok yavaşlaması, evrenin sorularına bir türlü veremediği yanıtlar. Rüyaların asla gerçek olamama olasılığı ve olasılıklar evreninin seni bir kez daha mağlup etmiş olma ihtimali. İhtimallerin aslında sadece kemirgenlerden ibaret olduklarını algılaman, beyninin daha fazla kemirilmesini engellemesi için birilerine yalvarman. O birilerinin mükemmelliğinin ruhuna yaptığı basınç. Basıncın yoğunluğa ve yüksekliğe dehşetengiz bir şekilde bağlı olması. Fizik kitaplarının zaten nefessiz olan zihninde yaptığı devrim. İçindeki anarşinin önünü alacak güvenlik kuvvetlerinden yoksun olmak. Yoksunluğunu kelimelere dökmeye yönelik her çabanın kağıtlar üzerinde kaotik izler bırakması. Anlatmanın bir bağımlılığa dönüştüğü noktada hala ifade edememek. 

İfade edememek çok zor.



Cuma, Haziran 03, 2011

katty'nin intiharı #2 nedensellik yoksunluğu...

Her gece yeni bir rüyaya saatini kurar, yatarsın. Saat O'nu vurduğunda içinde ezanlar okunmaya başlar, verdiğin Din Felsefesi dersinden kaçan birkaç ilahiyatçının ruhunda yaptığı devrim hiç-olmayacak'larına merhem olur, durduk yere yaralarını sarar. O sana yabancıyken, sen yeni hayallere yatarsın. 

Yaşanmışlıklar asla yaşanamayacaklarla kaynaşır, bütünleşir, sıvılaşır, gözlerinden aşağı intihar ederlerken sen bomboş bir duvarın sadeliğine övgüler düzersin. O senden bihaberdir gerçekten, sense uzun zaman önce boşluğun şiirselliğine vurulmuşsundur. 

Birileri bir yerlerde hayatlarını düzene koyar, sen kendine sebepler aramaya başlarsın. Elinde değildir, bir türlü sahip olamadığın düzenin etkisi altına girersin. Affected’ın infected’a dönüştüğü noktada tıkanırsın, tıkanıklığına çare olacak tuz ruhları çoktan karışmıştır çamaşır sularına. O senin olmadığın bir hayatı yaşarken, sen yine nerede zehirlendiğini hatırlamaya çalışırsın. 

Gözlerinin önünde mutluluk kusmaya başlar insanlar, sen tükürür tükürür geri yalarsın. Yaşanmışlıkları yalanlamak en yakındaki çıkış kapısıdır aslında, sen bilinçaltın Richter ölçeğiyle 8.4 şiddetinde sallanırken o çıkışı asla bulamazsın. Zaten O uyarı levhalarını koymayı unutmuştur, sen beklentileri boşa çıkarmaz, kaygan zeminde artistik düşüşlere imza atarsın. 

Kendine yalan söylemekten bıkmışsındır, miyop gözlerin gerçeği görmekten acizdir. 

Üstüne çöken sisin yüzsüzlüğü burun deliklerini tıkar, akciğerlerini kısırlaştırır. 

Etrafındaki herkes, yalnızca senin etrafındakileri saran yeni bir akıma kapılarak körleşir. 

Sen sabaha kadar literatür tararsın. Sen sonsuza kadar literatür tararsın. 

Demek istediğim, işler genellikle yolunda gitmez ve sen bu konuda hiçbir şey yapamazsın.


Çarşamba, Mayıs 18, 2011

adalet-i huriye...



Size artık neyden bahsetsem bilmiyorum.

Kısa bir süre önce aşıktım, şimdiyse içi boş bir karton kutu gibiyim. Yani evet, aslında hala aşığım, ama içi boş bir karton kutunun aşkında bahse değer nasıl bir şiirsellik bulabiliriz ki ?

Benden çok uzakta birileri bir benzetme yapıyor ve beni alnımın ortasından vuruyor.
Çok yakınımda birileri alelade bir karar alıyor ve ben geri kalan zamanımı kalbime -ki çok yakın zamanda hortlamıştı, hatırlarsınız- saplanan bıçakları çıkarmaya çalışarak geçiriyorum.

Sahip olduğum tüm kelimeler, kurabildiğim tüm cümleler seninle birlikte gitmiş olabilir, ama yerlerine yenileri gelecek.

Son bir kaç gündür zamanımın çoğunu cinayet planları yaparak geçiriyorum. Planlarımdan arta kalan zamanda da kendime komplolar düzenliyorum. Buruk bir sevinçle belirtmek isterim ki, henüz bunların hiçbiri başarıya ulaşamadı.

Sokaktaki sarılı beyazlı kedi bile benden daha bilinçli. Apartmana ne zaman girip ne zaman çıkacağını biliyor, gereksiz miyavlamıyor ve asla binaya tuvaletini yapmıyor.

Bir gün biri gelir, bilincinizin içine sıçar, ve gider. Siz hayatı adaletsizlikle suçlayamazsınız.

Bir bükülüp bir genişleyen zaman. Zaman bana katil, benim hala hayallerim var.

Hayır, tamamen yanlış anlıyorsun. Olay aptal olmam veya olmamam değil. Ben hayatta kalabilmek için kendimi kandırıyorum. Bana söylediklerini antilop avındaki çitaya söylesen önce seni avlar. Adam orada hayatta kalmaya çalışıyor, seni mi dinleyecek ?

Yıldızlara kurduğum salıncağım kimsenin umrunda değil. 
Geçen Ay'a yerleşmeye karar verdim, kimse oralı olmadı. Mutant olmaya karar verdiğimde de ciddiye alan olmamıştı zaten. Evde kurt beslemek istiyorum, sallayan yok. Finallere çalışmasam hepsi ağzıma vurur ama.

Olasılıklar evreni aklımı başımdan alıyor.

Şu an muhtemelen bir paralel evrende hepinizi öpüyorum.

Pazar, Mayıs 15, 2011

katty'nin intiharı...

Derinlerden kopup gelmiş üç beş çığlığın seni sen yapmasını bekliyorsun. Umutsuzca bekliyorsun. Umarsızca bekliyorsun.
Daha çok beklersin.
Hayır, gelmeyecek onlar. "Çok acele, çok önemli." diye yolladığın kargo paketinin içindeydiler, çoktan vazgeçtiğin ruhunun yanında.
Hayır, gelmeyecekler. Seni o kadar sevmediler çünkü.

Yoldan geçen üç beş adamın sana senin veremediğin değeri vermeleri için debeleniyorsun. O adamlar ki trene bakan öküzden daha anlamsız, derine yapışan üç beş sülükten farksızlar. Onların seni fark etmeleri için çırpınıyorsun, çırpındıkça batıyorsun.
Hayır, yeterince dibe batamıyorsun. Batabilseydin, belki çıkardın da.

Aynı tere batmış yataktan çıkan üç beş melek annelik kokuyor, kokularına sığınıyorsun. Ağırlığına tahammül edemeyip de kaçtığın o ter her yerlerine bulaşmış, öğürmekten aklını kaçırıyorsun.
Yine de sığınıyorsun. Gidecek bir yerin yok çünkü.
Geriye kendini bile bırakmadan yaktın az önce terk ettiğin bedeni, unuttun mu ?

Az önce yolda düşürdüğün cüzdanının içinde üç beş bozukluk vardı, yol paran olabilecek kalitede. Çok peşinden koştun o evcil görünümlü etobur yaratığın, yolda düşürdüklerinin haddi hesabı yok. Dönüp kendi yüzüne bakacak cesaretin yok.
Biliyorsun ki, kimse seni senden daha ağır yargılayamaz. İçinde kurulan mahkemelerin yargıçlarını oy birliğiyle seçtiniz.
Eve dönecek kadar kepaze olamadın daha, biraz daha utanman lazım yalnızlığından.
Yalnızlığının çokluğundan.
Yalayabileceğin kadar güzel tüküremedin daha.

Açık bir camdan içeri atılan taş gibi ürkütüyor seni varlığı. Var olabilme olasılığı. Halbuki nasıl da güzel masalların vardı kendine anlattığın. Nasıl da güzel sonlar yazmıştın o masallara.
Ona anlattıkların sadece bir avuç kusmuktan ibaret. Halbuki nasıl da güzel kokuyordu saçları.
Nasıl da iğrençleştin söz konusu onun gelmesi olunca.

Sarmaşık desenli bir halıda son koşusunu yapan örümceği göremedin, öyleyse mutluluğu hak etmiyorsun.
Kendine olan yaklaşımın bir kestane ağacı zararlısına olan yaklaşımından farksızken, sevmek üzerine konferanslar düzenleyebilecek olman tiksindiriyor beni. Suratının ortasına kusmak istiyorum.

Bir yerlerde üç beş adam baba kesilmişler başına, aile meclisini kuruyorlar. Kendi kanunlarına göre yargılanırsan, sonuç infaz.
Kendi cezanı kendin kesemezsin, kalemi kırmaktan bile acizken.

Birileri uzaklardan varlığına övgüler düzüyor, birileri dört yanını sarmış kafanı beceriyor. Kendi kendini tüketip yok olmakta bile başarısızsın. Varlığınla duyduğun övünç kimilerinin gözlerini yaşartıyor.

Tüm bunları bir zamanlar üç beş kalp kırdın diye hak etmedin. Seni insanlığından çıkarıp bir küfür yığınına çevirmelerine izin verebildiğin için üzerine sürmek istiyorum pis kanımı.


Cumartesi, Mayıs 14, 2011

yıl 2011'di ve ben, aşık olmaktan bahsediyordum...




Henüz hala 23 yaşındaydım, 24'ü doldurmama daha üç koca ay vardı. Ve ben, aşık olmaktan bahsediyordum.

Masamın başında oturuyordum, daha her şeyin başındaydım. Nasıl yapacağımı bilmiyordum, ortada bir şekilde geçmesi gereken bir hafta iki gün beş saat yirmi üç dakika ve otuz beş saniye vardı. Ve bunların hepsi benim ömrümden gidecekti, ama o sırada buna çok da aldırmıyordum.
Aslında o an olmak istediğim zaman diliminden başka pek bir şeye aldırdığım söylenemezdi.
Saat gecenin 02.37'siydi ve ben, umarsızca aşık olmaktan bahsediyordum.

Elimde saman kağıdından bir dosya, koyu kırmızı bir deri koltukta uyukluyordum. Yanımdaki her şeyden daha değerli yaşlı kadın için endişeliydim ve o, bu endişelerimi gidermek şöyle dursun, olası bir korkunç geleceği gözümde daha iyi canlandırabilmem için konuşmak suretiyle çabalıyordu. Sabah kahvaltıda kurşun yemiş olmalıydım, zira midemin ağırlığı altında eziliyordum. Beyaz önlüklü çılgın bir adam sıramızın geldiğini söyleyerek bizi içeri davet ettiğinde kendisinden midemi yıkamasını rica etmeye karar vermiştim.
"- Korkulacak hiçbir şey yok, üç ay sonra bu tahlilleri tekrar yaptırıp gelin." dedi beyaz önlüklü çılgın adam. Boynuna sarılıp öpmek istedim kendisini.
Günlerden görüntülerin tekrar yerlerine oturduğu gündü ve ben, hala aşık olmaktan bahsediyordum.

Oturduğumuz çimenlerin ıslaklığı konusunda şüpheliydim ancak alerjimin ulaştığı nokta şüphe götürmez nitelikteydi. İçime koşarak hoş gelen huzur mu daha güzeldi, yoksa O'nun gözlerinden dökülen ufak yıldızlar mı bilmiyordum. Muhtemelen O da, o sırada kuramadığım cümlelerimin mi daha saçma, yoksa oynayıp durduğum ağaç dalının mı daha anlamsız olduğuna karar vermeye çalışıyordu. Önemli değildi, anlam yoksunluğu çocukluktan beri muzdarip olduğum bir hastalıktı ve evet, maalesef tedavisi mümkün değildi.
Sesi içime ılık ılık akarken ben tüm gücümle o anı beynime kazımaya çalışıyordum. Daha sonra ihtiyacım olacağını bilmeden.
Bir olasılıklar evreninde yaşadığımız için şükrediyor ve durmaksızın aşık olmaktan bahsediyordum.

"- Hissedemedim." dedi.
Yeni bir şaşkınlık krizinin geldiğini hissetmeme rağmen, o kadar da aldırmadım. Son bir kaç ayda bu şaşkınlık krizlerine çok alışmıştım, önümüzdeki bir kaç ayın sonunda bağışıklık kazanacak olmam olasıydı. Tek sorun, birisi nedensizce odadaki oksijeni kesmişti ve akciğerlerimdeki mevcut oksijenle toplasan on saniye daha yaşardım. Ama bu da büyük bir sorun değildi, zira son bir kaç ayda bu ani oksijen kesintilerine alışmıştım. Yeterince çabalarsam oksijensiz yaşayabileceğime olan inancım tamdı.
Ama birisi gerçekten odadaki oksijeni kesmişti ve ben, bir geri zekalıya yakışacak şekilde inatla aşık olmaktan bahsediyordum.

Bir yandan avazı çıktığı kadar bağırırken bir yandan da kendisini tutan adamdan kurtulmaya çalışıyordu kız. Adamdan kendi içinde kurtulmaya çalıştığı gerçeği gözlerimizin önünde çılgınca dans ediyordu ya, neyse. Bazen gerçeklere karşı kör olabiliyoruz.
"- Nasıl bir insansın ya sen? Ben sana her şeyimi verdim ya. Olamaz ya." diye haykırıyordu. Daha bir sürü şey haykırıyordu aslında, ama gözyaşlarının çokluğundan olsa gerek, biz anlayamıyorduk.
Adam kızı kendine gelmesi için silkelerken, derin bir nefes aldım. Bazı şeyleri hissetmek çok ağır olabiliyordu.
Gözlerimin önünde bir yıkım gerçekleşiyordu ve ben, çaresizce aşık olmaktan bahsediyordum.

"- Gerçekten mutlu olmasını istiyorum." dedim önüme bakarak. Tüm yaşadıklarımı kusarcasına akan gözyaşlarımı elimdeki gariban peçeteyle silerken, konu akmak olduğunda gözlerimle yarışan burnumu çektim.
"- Nasıl öylece oturup mutlu olmasını istersin Dif? Aptal mısın sen?" Mikado bana ilk defa bu kadar inanamıyordu.
"- Aptal olmayı kabul edebilirim, ama ciddiyim. Gerçekten çok mutlu olmasını istiyorum. Aksini neden isteyeyim ki ?" dedim ıslak gözlerimi kocaman açarak.
"- Bu kadar iyi biri olduğunu bilmezdim." dedi hayret içerisinde.
"- O'nun yaşadığı dünyada sayıları bir tane eksik olsun diye kötü biri olmayı bırakalı çok oldu Mikado." dedim. Aslında uyduruyordu, iyi biri değildim. Ben sadece kötü biri değildim, o kadar.
Mikado bile bana inanmıyordu ve ben karşısına geçmiş, ona aşık olmaktan bahsediyordum.




Cumartesi, Mayıs 07, 2011

madem bir bloga sahibim, neden saçmalamıyorum ki ?



Bol küfürlü cevaplar vermek istediğim sorular var bugünlerde.

Ne zaman "Hah, her şey yolunda. Bir süre böyle kalalım n'olur." desem, bir şeyler gene tepetaklak oluyor. Çok saçma.
Hayır, bu defa bakış açımda bir problem yok.

Nefes alacak zamana ihtiyacın olduğunda, hayat hız limitini zorlar.

Zamana karşı yarıştığında, zaman genişlemeye başlar.  

"- Artık gidelim buradan, ne olursun. Gitme zamanı gelmedi mi hala ?" dedim.
Verdiği hiçbir cevap, beni tatmin etmedi. Tatmin olma eşiğim çok yükselmiş meğersem.

Bölümlerce X-Men izledim, kesmedi. Çılgınlar gibi müzik dinledim, yetmedi. Filmlere gömüldüm, olmadı. Derse daldım, yok. Kendimi neye boğsam bilemiyorum.
Kendimi neyle boğsam bilemiyorum.

Bunalımda değilim. Bunalamıyorum bile. Şaka gibi.

Kollarımı boynuna dolayıp, başımı göğsüne gömüp, manyaklar gibi ağlamak istiyorum. O hiçbir şey demesin, sadece önceden yaptığı gibi saçlarımı okşasın istiyorum.
Ben kollarımı boynuna dolamaktan korkarken, O saçlarımı okşamaktan çekinirken hem de.
Şu halde bile manyaklar gibi ağlamaktan kilometrelerce uzağım.

Cümle kurmaya bile üşeniyorum. Ve bu halde yazı yazmaya çalışıyorum burada. Acınası haldeyim.

Benim saçlarımı O'ndan önce kimse okşamadı. Hep çok katı yasalarla korudum saçlarımı.
O geldi, yasa masa kalmadı.
Birileri yasalarımı yıkabildiğinde mutlu oluyorum. Demek ki, o kadar da katı biri değilmişim.

Keşke biri beni alıp götürse bir yerlere. Benden uzağa. Çok sıkıldım kendimden.

"- Bugünümüze şükredelim." dedi.
Verdiğim hiçbir cevap, onu tatmin etmedi. Tatmin olma eşiğinin bu kadar yüksek olduğunu bilmezdim.

Tarihin neden tekerrür ettiğini hiç anlamıyorum. Birincisinde anlamadık mı ? Neden bir ikinciye ihtiyacımız var ki? Pekiştirdikçe daha mı iyi kavranıyor yaşananlar ?
Bu hayatın bize "Geri zekalı." deme şekli olabilir mi ?

Cevabını bilmek istemediğim sorular var bugünlerde.

Bir telefon kadar yakın olan insan, başınızı göğsüne gömüp ağlamak istediğinizde bir telefon kadar uzak oluyor. Telefon burada uzaklık birimi olarak kullanılmıştır.

Türkçe'nin esnekliği bize ne kazandırmadı ki ?

Ne zaman Tanrı'dan bahsetmeye kalksam, orada bir duruyorum. Geri sarıp cümlemin üzerinden geçiyorum, sonra bahsediyorum kendisinden. Umarım o da aynı özeni benim için gösteriyordur.

Yaklaşan sınavlarım olduğunu biliyor muydunuz ? Ben de onlara karşı boş değilim.

Yakında kendi yasımı tutacağım.

Kutuyu bir defa açıp bakman kedinin ölmüş olmadığını kanıtlamaz. Belki kedi o sırada ölmedi, ama kapak kapandıktan sonra bir anda ölüverdi. Evet, ana fikirden uzaklaştığımın farkındayım. Ben bir rövanş istiyorum.

Olasılıklar evreninde yaşamaya devam ediyoruz.

Bence yine de, çok mutlu olabiliriz.



Perşembe, Nisan 21, 2011

bir zamanlar genişleyebilen bir zaman vardı...


Bazı anlar geliyor, zamanı durdurmak istiyorum.
Zaman dursun ve ben de o zamanın içinde bir yerlerde donmuş gibi kalayım istiyorum. Benimle birlikte hissettiğim her şey donsun, söylenen sözcükler havada asılı kalsın mesela. Kokular dağılmasın, burun deliklerimden içeri akmaya devam etsinler mesela. Görüntü donsun, her şey/herkes hareket etmeyi bıraksın mesela. Evren sürekli hareketinden dolayı ne kadar yorgun olduğunu fark etsin, bir süre hiç kıpırdamasın mesela.
Ve böylece ben, o anı en ince detaylarına kadar rahat rahat, uzun uzun beynime kazıyabileyim. Ben işimi bitirdikten sonra istediği gibi akmaya/genişlemeye devam etsin, umrumda olmaz.
Ben o anı gerektiği gibi hafızaya aldıktan sonra rahat bırakırım zamanı, söz. O saatten sonra zamanla işim olmaz.

"- Kendini kandırmayı ne kadar çok seviyorsun Dif." dedi Mikado.
"- Kendimi kandıramadığım gün cenazemi kaldıracaksınız, biliyorsun değil mi ?" dedim.
"- Mutlu bir gün olacağa benziyor." dedi saçlarımı karıştırarak.

Her zaman en önemli detayın etrafından dolanmayı bilmişimdir. Elimde mükemmel bir navigasyon cihazı varmış da onun kılavuzluğunda hareket ediyormuşum gibi, en önemli bilgiye değmeden yanından geçerim. Sorulması gereken en önemli soruyu sorduğumu asla duyamazsınız, en önemli cümle henüz ağzımdan çıkmadı. 
Bu şekilde heyecanı koruduğuma inanırım, en azından kendi heyecanımı. Komik ama etkili bir yöntem.

Heyecanıma sıçayım, böyle yaşanır mı ?!

"- Bu defa bırakmayacağım seni." dedi.
Kollarımı boynuna doladım.
"- Bu defa o kadar şanslı olamayabilirim Mikado, biliyorsun değil mi ?" dedim.
"- Ben yanında kalacağım, ne olursa olsun. Beni aksini yapmaya zorlayamazlar artık nasıl olsa." dedi.
"- İyi ki varsın." dedim.
"- Aynı şeyi senin için söyleyemeyeceğim maalesef. Ama madem varsın, n'apalım. Bununla mutlu olmak gerek." diye cevap verdi.

İyiyle kötünün arasında bir yerlerde, aslen arafta oturmuş sigara içiyorum.
Arada bir şeytan geliyor bomba gibi tekliflerle, dinleyip geri yolluyorum.
Bazen beyazlar içinde bir grup geliyor, beni doğru yola davet ediyorlar. Teşekkür edip geri yolluyorum.
Daha ne kadar beklerim bilmiyorum. Umursamıyorum.
Bir yanımda Mikado, diğer yanımda ders kitapları. Elimde kıvırcık saçlı bir kadının fotoğrafı, kulağımda O'nun sesi...
Yaklaşan fırtınayı bekliyorum. Sessizlik içinde.

Bazı anlar geliyor, zaman var gücüyle aksın/genişlesin istiyorum.
Biliyorsun değil mi ?


Pazartesi, Nisan 18, 2011

mutluluk, beyin damarlarını tıkayabilir...



İnsan mutluyken yazı yazamıyormuş. Bugün - üç saatimi boş sayfa önünde geçirdikten sonra - bunu anladım.

Pazar, Nisan 03, 2011

sokaktaki sürtük...


Uzun, upuzun cadde boyunca sıralanmış ışıklar, akşamın bu saatinde evlerinde olmak yerine sokaklarda sürten insanların mutlu ve anlamsız yüzlerini aydınlatıyordu. Ben de onlardan biriydim, bende en fazla onlar kadar mutlu, en az onlar kadar anlamsızdım. Ben de evde olmak yerine sürtüyordum buralarda. Bu açıdan bakınca biz tüm cadde nüfusu, birkaç sürtükten ibarettik.
Geceleri yanan sokak lambalarını severim. Karanlık göğün üzerimize boşalttığı uçsuz bucaksız karanlığa birer tepkidir onlar - anarşist bir yaklaşımdırlar. Veya değildirler, bilmiyorum. Aslına bakarsanız çok da aldırmıyorum. Umrumda olan tek şey önümü görecek kadar etrafı aydınlatmaları, aksi takdirde gitmem gereken evimin yolunu bulamam - ki bu da yeterince büyük bir sorun bence.
Eğer yolunu bulamazsam ve gidemezsem, evin ne anlamı var ?

Etrafı aydınlatmak için canla başla çalışan lambalara yardımcı olmak amacıyla bir sigara yaktım, ancak beklenenin aksine yürümeye de devam ettim. Nedense bu civardaki insanlar bir kadının sabit bir noktada sigara içmesini isterler, bense onlara inat hareketli bir sigara içen kadın olmayı severim. Zevkler ve renkler nasıl da çeşitlenebiliyor böyle? İnsanlar başkalarının zevklerine saygı duymadan hareketli-sigara içen-kadın-ben'i nasıl da hakaret içeren bakışlarla süzebiliyorlar böyle?

Son birkaç dakikasını yanımda yürüyerek geçirmişti kahverengi deri ceketli adam. O birkaç dakika boyunca iki cadde, bir üst geçit, bir polis arabası, dört apaçi, üç merdiven, bir metro girişi, on sekiz mağaza ve milyonlarca seyyar satıcı geçtik birlikte. Düşününce ne de çok şey paylaşmıştık aslında, aramızda kurulan bağ inanılmaz olmalıydı. Ama bazıları bu bağa inanabilirdi tabi, insanların ne kadar saçma şeylere hayatlarının sonuna kadar inandıkları düşünüldüğünde, bu olasıydı.
Başımı çevirip malum lambaların aydınlattığı yüzüne baktım. Benden uzuncaydı -herkes gibi, bu yüzden başımı biraz da kaldırmam gerekmişti, bu da boynumu ağrıtmıştı. Ama aldırmadım, bu adam uğruna acı çekmeye değebilirdi. Zaten muhtemelen hali hazırda birileri onun için acı çekmişti, gereksiz insanlar için acı çekmeye bayılırız, biliyorsunuz.

Ona baktığımı fark ettiğinde heyecanlandı, bunu hafifçe aralanan dudaklarından anlayabiliyordum. Sigara dumanını yüzüne üfledim ve gözlerinin sulanmasını bekledim, ama olmadı. Malum uzundu, dumanın katetmesi gereken yol fazlaydı. Ancak beyni mesajı almıştı, olası bir muhabbet başlatma cümlesini kurmak için çabalıyordu. En sonunda bulabilmiş olacak ki, o aralık dudaklarından tok bir sesle kendini ifade etti ;
"- O sigarayı bitirdikten sonra nereye atacaksın ?" Kullanmaktan çekinmediği çarpık bir gülümsemesi vardı.
Gözlerimi az yukarıdaki gözlerine diktim, dedim ya, uzundu. Arzum gözlerimden okunuyordu, onun da okuma yazması vardı ki az önceki heyecanı birkaç katına çıktı.
"- Yanımdaki insanın cebine koyacağım." dedim, sesim davetkardı.
Yüz hatları gözlerimin önünde değişti. Beklenti dolu bakışları korkuyla doldu ağır ağır, hafif aralık dudakları dehşetle gerildi. Bana son bir korku dolu bakış atarak hızlı adımlarla yanımdan ayrıldı.

Kalabalığa karışırken arkasından attığım kahkahalar kulaklarında çınlıyordu.


Çarşamba, Mart 16, 2011

hissediyorum, hissediyorsun, hissetmiyor...



Ağır demir kapının önünde dikiliyordum. Dışarıdan bakan bir insan amaçsızca orada ayakta durmayı tercih ettiğimi düşünebilirdi. İçeriden bakan bir insansa tıpır tıpır oynayan her hücremle uygun zamanın gelmesini beklediğimi anlardı. Bakış açıları olup biteni nasıl da değiştirebiliyordu böyle.
Tipik bir "kız" duruşuna sahiptim, boş bakışlar, sıkılmış bir surat ifadesi, arada bir oynanan saçlar. Dışarıdan bakan 20'lerinin başında, üniversiteli saf bir kız olduğumu düşünebilirdi. İçeriden bakan olası senaryoları replikleriyle birlikte üretip, olasılık ve hata hesaplarını yapıp, bazı değişkenleri değiştirip, yeni hesaplamalar sonucunda yeni olasılıklar üretip... İçeriden bakan beynimin nasıl full kapasite çalışıp da hata vermediğine şaşırabilirdi.
Sağ elim cebimdeydi, cebimin içindeki ufacık, yumuşak bir şeyle oynuyordum. Henüz sahneye çıkmamış olsa da, bu yumuşacık şey orada bulunmamın ve daha sonra gelişecek olayların asıl nedeniydi. Dışarıdan bakan için de içeriden bakan için de hiçbir anlam ifade etmiyordu aslında. Sadece benim için, umarım onun için de...

Kapı insanın içine işleyen bir gürültüyle yavaş yavaş açıldı, kapının öbür tarafındaki muhabbetler, hafif bir soğukla doldu boş salona. Dışarıdan bakan için görünümüm değişmedi, içeriden bakan az önce tıpır tıpır oynayan hücrelerimin donakaldıklarını gördü.
Artık zamanı gelmişti ki, o içeri girdi. Ve beni dışarıdan bakanın gözlerinden gördü.
"- N'aber ?" dedi gündelik bir gülümsemeyle.
"- İyidir. Senden ?" dedim, içeriden bakan gülümsememi acıklı buldu.
"- Ne yapıyorsun burada tek başına ?" diye sordu. Bu da gündelik bir soruydu. Dışarıdan bakan da sormuş olabilirdi bunu.
"- Dışarısı çok soğuk, bir de çok kalabalık." dedim aynı acıklı gülümsemenin ardına sığınarak. Cebimdeki ufak yumuşak şeyi sıktım.
"- İncecik giyinmişsin zaten, donarsın böyle dışarıda." dedi.
Dışarıdan bakan onu onayladı, içeriden bakan vücut ısımın nasıl yükseldiğine hayret etti.
"- Evet, biraz üşüdüm zaten bugün." dedim. Belki de işaretleri yanlış değerlendirmiştim, belki daha zamanı gelmemişti. Belki aslında hiç gelmeyecekti. Kendime duyduğum öfkeyle yumuşak şeyi daha çok sıktım.
"- Daha bahar gelmedi, giyinme böyle incecik." dedi.
Evet, zamanı gelmemişti. Ben yine işaretleri yanlış değerlendirmiştim, lanet olsundu bana. İçimdeki mahkeme kurulmaya başlamıştı şimdi, çok ağır yargılanacaktım. Ama hala onun önündeydim ve bir şeyler söylemem lazımdı. Olası replikleri taramaya başladım yeniden, olası sonuçlarını gözden geçirerek.
O ise dışarıdan bakan gözlerini dikmişti üzerime.
"- Neyse, gideyim ben. Üşüdüm bende dışarıda, ısınayım biraz. Görüşürüz." dedi.
"- Görüşürüz." dedim. Cebimdeki yumuşak şeye tırnaklarım batıyordu şimdi.
 
Gitti.
İçeriden bakanın hissedebildiği acı, artık dışarıdan bakanın da görebileceği kadar somutlaşmıştı üzerimde. Kendime duyduğum öfke, o zamanın hiç gelmeme olasılığı, cebimdeki lanet olası yumuşak şeyle orada kalakalmış olmam...
Lanet olası yumuşak şeyi cebimden çıkardım. Açık pembe renkte, yarı saydam, ufacık bir kalpti bu.
Yakından bakınca hafif hafif attığı görülebiliyordu. Benim kalbim.
"- Ölüyken daha iyiydin sen." diye kustum öfkemi, sanki her şeyin sorumlusu oymuş gibi. "Hortlayıp da geri gelmene ne gerek vardı ?!"

"- Ne yapıyorsun ?" diye sordu Mikado yanıma gelerek.
"- Yazıyorum." dedim, gözlerimi ekrandan ayırmadan.
"- Yine mi ?" dedi gözlerini devirerek. "Tüketiyorsun kendini."
"- Amaç da bu zaten dostum." dedim. "Tükenene kadar yazmak, yazarak tükenebilmek."


Pazartesi, Mart 14, 2011

söz... 16/05/08



still dreaming..
still dreaming..

söz veriyorum, bir daha yapmayacağım.. son kez söz veriyorum, bir daha asla..
asla kül tablası tepeleme doluyken uyumayacağım, asla camı açık bırakıp evde gezintiye çıkmayacağım..
sigara almayı unutmayacağım eve gelirken.. ne sigaram varsa toplayıp geleceğim eve..
final tarihlerini hep not alacağım, öğrendiğim andan itibaren tüm hayatımı o tarihlere göre düzenleyeceğim.. tek bir final, hatta vize bile kaçırmayacağım..
tüm derslere gireceğim, hocalarımı dinleyip not tutacağım.. günü gününe bile çalışacağım..
söz veriyorum, bir daha aynı şeyleri yapmayacağım..

still dreaming..
still dreaming..
not have enough space.. still dreaming..

bir daha asla tüm günümü uyuyarak, tüm gecemi debelenerek geçirmeyeceğim..
bir daha asla bir filmi birden fazla defa izlemeyeceğim, vakit kaybına neden olmayacağım..
bir daha asla akşama kadar yemek yemeden durmayacağım, acıkacağım zamanı bileceğim..
bir daha asla sabah sabah kahve-çay-sigara da yok.. midemi mahvedip tepene dikilmeyeceğim..
hastalanmayacağım da asla.. ilaçlarımı hep içeceğim, antibiyotik, antiseptik, antidepresan.. ne verdilerse hepsini.. seni sıralarda, kuyruklarda, doktor peşlerinde gezdirmeyeceğim..
kendi peşimde de gezdirmeyeceğim seni.. başıma asla bir daha iş açmayacağım.. şimdiye kadar açtığım işleri çoktan kapattım kendim zaten.. sen yokken..

still dreaming..
still feeling the pain..
not enough space..

kimsenin kafasını şişirmeyeceğim artık.. kendi iç dünyamda meydana gelen yıkım - yapım çalışmaları bozamayacak kimsenin dengesini - özellikle de senin.. bir daha kusmayacağım beynimden.. söz..
ağlamayacağım da hiç.. gerek yok bunlara.. ağlayacak noktaya da gelmeyeceğim zaten hiç..
söz veriyorum hepsine..

kimseyi rahatsız etmeyeceğim..
kimsenin hayatını karıştırmayacağım..
kimseyi başına sarmayacağım..
kimseye bulaşmayacağım..
herkesten uzak kalacağım..
hata yapmayacağım.. hatalarımın bedeli de olmayacak..
üzülmeyeceğim, kafama takmayacağım, aldırmayacağım, düşünmeyeceğim..
bir daha asla düşünmeyeceğim.. hiç..

still dreaming of..
still feeling..
still getting scared of..
not enough space.. not enough..

bir daha hiç üzmeyeceğim seni.. hiç uğraştırmayacağım..
sen ödev yaparken, çalışırken sesimi çıkarmayacağım.. susup oturacağım..
sorduğunda hep mükemmel olacağım.. bir defa bile kötü olmayacağım, hiç..
gerekirse yalan söyleyeceğim sana.. şahaneyim diyeceğim..

söz veriyorum hepsine.. ve daha ne istersen..
istediğin her şeye söz veriyorum.. istemediğin hiçbir şeye de..
hiçbirini yapmayacağım.. hepsini yapacağım..
koşulsuz söz veriyorum hepsine..

still dreaming..
still feeling the pain..
still not have enough space to breath..

vazgeçeceğim kendimden söz.. beni ben yapan her şeyden vazgeçmeye söz veriyorum.. sonsuza kadar..


şimdi benimle tekrar yaşar mısın ?..


Demişim 16 Mayıs 2008'de. Evet, o zamanlar ergendim.

Related Posts with Thumbnails