Pazartesi, Kasım 22, 2010

heisenberg ve schrödingerle difin vaziyeti üzerine...



"- Biz ne yapıyoruz burada ?"

Bir adam tanıdım ben. Tanıdım dediğime bakmayın canım, kim kimi gerçekten tanıyabilmiş ki şu hayatta ? Lafın gelişi işte. Geliş yönü belli olan ama gidişi meçhul tüm laflar gibi. Benim laflarım gibi, beynimden fışkırıp parmaklarımdan süzülen saçmalıklar. Saçmalayamamaktan ileri gelen fazlalıklar.

"- Cidden, biz ne yapıyoruz burada ?"

Evet, bir adam vardı. Aslına bakarsan hala var. Hep olsun zaten o adam. Bir türlü adam olamayanlara inat bir yerlerde hep varolsun o adam. Benim yanımda olamıyor ya, ona inat, bir yerlerde bir köşede varolsun.
Aynı dünya üzerinde yürüdüğümüzü hep bileyim ben, hep varolsun. Gerekirse sadece içimde varolsun ama hep olsun.

"- Dif kuzum, ne yapıyoruz biz burada ?"
"- Sus Mikado."

Gözleri güzel, elleri güzel, dudakları güzel. Hayır, en çok beyni güzel o adamın. Nasıl çalıştırması gerektiğini bildiği beyni "benim!" diyen güzellere bin basar o adamın. Oksijen israfı olarak etrafta gezenlerden, kendine ait bir tutam düşüncesi olmayanlardan, beynini uyuşturmayı seçmişlerden farklı bir güzelliği var onun.
Güldürürken düşündürenlere benzer, düşündürdükçe güzelleşen bir adam bu.

"- E yeter ama, daraldım ben burada."
"- Biraz dayanırsan seni biriyle tanıştıracağım."


Fiziksel dünyada benden çok uzaklarda, içimdeyse bana çok yakınlarda... Nerede olduğunu tam olarak bilemesem de, buralarda bir yerde işte. Zihnimin bir köşesinde, eli ruhumun üzerinde.

"- Bu ücra yerde mi bu kişi ?"
"- Kimse görmesin diye buraya koydum onu."
"- Arada bir buraların tozunu al bari."


Heisenberg'in belirsizlik ilkesi yönetiyor bu adamla ilişkimi. Çekirdeğin etrafında kendi spinleri üzerinde hareket eden elektronların aynı anda konumlarının ve hızlarının bilinememesi gibi bir ilişki. Onun içindeki yerimi ve onun bana olan hislerini aynı anda bilememem gibi.
Neler olup bittiğine dair bir fikrim olamaması gibi.
Belirsizlik... Gibi...

"- Ben buraya daha önce hiç gelmemiştim Dif."
"- Merak etme, ben de yaklaşık yüz yıldır falan gelmemiştim."
"- Zihninin tam olarak neresindeyiz şimdi ?"
"- Çok çok derinlerdeyiz sanırım. Yerimizi ben bile kestiremiyorum şu an."
"- Dönüş yolunu bulabilirsen sevinirim."


Schrödinger'in deneyi gibi. Kutuyu açmadığım sürece kedi %50 ölü, %50 diri.
Kutuyu açmadığım sürece onun için/onun hayatında %50 varım ben, %50 yokum. Oranlar sürekli değişiyor aslında, ama kesinlik hiçbir zaman sağlanamıyor.
Kutuyu açmadığım sürece.

"- Daha çok var mı ?"
"- Geldik sayılır."
"- Hakikaten iyi saklamışsın, burada kimse bulamaz onu. Mezarlık gibi burası be."
"- Evet, anı mezarlığı."
"- Bilinçaltına sıçayım senin."
"- Terbiyeli ol Mikado."


Küçüklüğümden beri hayal gücümün çok güçlü olduğunu söylerler, ne derece doğrudur bilemem. Ama hayal kurmayı hep sevdim, hala da severim.
Kutuyu açmadığım sürece hayal edebilirim.
Oranlar değişir, ben olası olanları hayal ederim. Edebilirim.
Hayır, ruh veya akıl hastası değilim. Gerçeklik algılarımın maaşallahı var. Hayal kurmayı hobi olarak yaparım ben.
Kutuyu açmadığım sürece hayal edebilirim.

"- İşte orada."


Benim o kutuyu açmaya hiç niyetim yok.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Perşembe, Kasım 18, 2010

mikado'nun ininde...



Bana yardım edebilecek tek kişiydi o bunca sene sonra. Mikado.

Karmakarışık kafam, karmakarışık duygularım... Zehirli düşüncelerim beynimden taşmış, artık kanımın yerine damarlarımda akarken...
Baktığım her güzellikte bir leke görürken, duyduğum her güzel sözde bir küfür duyarken...
Her şey gözlerimin önünde soluyor, ölüyor, çürüyor, yok oluyor.
Hepsinin bir sonu var, herkesin bir sonu var, biliyorum. Onlar çürürken üzerlerinde yaşam bulacak kurtçukların gelişlerini hissedebiliyorum. Onlar çürürken çıkacak zehirli gazların kokularını alabiliyorum. O mide dayanmaz görüntülerini kafamın içinde görebiliyorum.
Hangi güzelliğe bakarsam bakayım bir süre sonra dayanamayıp kusuyorum.
Gözlerimin önünde çürümekte olan hiç bir güzelliği sevemiyorum.

Önce gözlerimde bir sorun olduğunu düşündüm. Raistlin'in gözlerini bir lanet olarak üzerime almış olabilir miydim ? Yakın zamanda bana lanet edip tepeme kara bulutlar çöktüren biri de vardı hem.
Ama o çürüme/kokuşma sadece gözlerimden iletilmiyordu karmakarışık beynime, kokusunu da duyabiliyordum. Belki benim üzerimdeki lanet koku duyumu da kapsıyordu Raistlin'inkinden farklı olarak. Daha güçlü bir lanet, daha büyük bir suç işlediğim için...
Hayır, bu da değildi. Her sözde bir küfür duyuyordum aynı zamanda, her kahkaha bir bela okumaydı benim için. O zaman kulaklarımda da bir sorun olmalıydı.
Veya direk beynimde.

Gittiğim nöroloji uzmanı "Hayır." dedi. "Algılarında bir problem yok, sadece kafan karışmış senin biraz."

"- Peki ama neden ?" dedim.
"- Bunun daha içeride bir nedeni olmalı." dedi gözlerini kocaman açarak.

Ardından tek tek tüm ana bilim dallarını ve uzmanlarını gezdim. Hepsinin yanıtı aynıydı;

"- Burada bir sorun yok, başka bir yerlerde olmalı."
"- Nerede peki ?"
"- Bilemiyorum."
"- Bin yıl tıp okudun da hala mı bilemiyorsun ?"
"- Sus, kesmeyeyim o dilini."
"- Peki."

Kafam anlamsız sağlık sorunumla gardrobumdan beter hale gelmiş vaziyette etrafta gezinirken rastladım Mikado'ya. Bir çırpıda anlattım durumu.

"- Benimle gel."
dedi.

Birlikte izbelikten beter evine gittik. Daha önce bir veya iki defa gelmiştim buraya, beynimin en kuytu köşesine. Ruhumun kanalizasyon hattıydı burası. Burada yaşıyordu Mikado.

Harap haldeki masanın başına geçti, kırılmak üzere olan sandalyeye oturdu. "Oraya ben otursam kesin kırılırdı." diye düşündüm. "Ne de olsa benim kütlem var, onun yok."

"- Çıkar." dedi.
"- Destur." dedim.
"- Çıkar şu kalbini Dif. Görmem lazım." dedi.
"- Bunu düşünmem lazım." diye cevapladım.
"- Neden ?"
"- Çünkü kalbimi daha önce kimseye göstermedim."

Bunalmış bir ifadeyle baktı yüzüme.

"- Pekala." dedim.

Elimi bluzumun içine soktum, artık sessiz sedasız atan kalbimin yerini zorlukla buldum. Derin bir nefes aldım ve söktüm yerinden. Beklediğimden daha az canım yandı, mutlu oldum gereksiz yere.
Mikado'ya uzattım kapkara, kurumuş, taşlaşmış kalbimi.
Kalbimin rengini ve son halini gördükten sonra belli etmemeye çalışsa da biraz şaşırdı.
Aldı, incelemeye başladı.

"- Çok normal." dedi sonra.
"- Nasıl yani ?" dedim.
"- Artık çürümeye başlamış kalbin. Bunu farketmedin mi ?"
"- Hayır." dedim hayret içerisinde. "Ben sadece kararıp kuruyacak sanıyordum."
"- Senin kalbin öldü Dif." dedi Mikado, hasta yakınlarına acı haberi veren bir doktor edasıyla. "Zaman içinde çürüyeceği belliydi zaten. Artık çürümeye başlamış. Bu nedenle her şey gözlerinin önünde çürüyor. Hiçbir güzelliği göremiyorsun artık."

Ona verecek cevabım yoktu. Ben de sustum.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Kasım 15, 2010

derinliğine -hubble dahil- kimse teleskop olamadı...



Bandırma'dayım. Yine eve döndüm.
Evde olmak müthiş bir şey. Dört bir yanının aile bireyleriyle sarılmış olması müthiş bir şey.
Aileni özlemiş olmak müthiş bir şey.
Bu duygunun bu kadar kıymetli olduğunu bilmezdim.

Ailemize gören gözlerle baktığımızda özleyebiliyoruz onları, bence.
Gözlerimizin önünde kimse perde göreviyle dikilmediğinde.

İnsanın hayatındaki kişinin duvar yerine kolon olması lazım bence. Engel değil destek.

Hayatımdaki adamı bu yüzden seviyorum.

"- Ey düşünce akışına kurban olduğum, Bandırma'yla girdin heriften çıktın."


Yaa yaa. Nereden nereye, değil mi ama ?



Bir insanı olduğu gibi sevmek... Böyle sanki dehşetengizden hallice gibi bir durum. Hele bazen öyle anlar geliyor ki gözünü mü kör etsen, saygı mı duysan, kendin için mi kaygılansan bilemiyorsun.
Yani genelde ben bilemiyorum.
Böyle beynimin bir tarafı -son derece sinsi bir tarafı- bir köşeye pısmış, tetikte bekliyor. "Bir abukluk olsa da paranoyaya başlasam." diye. Hayır abukluk olmuyor mu ? Olmaz mı, her dakikamız ayrı bir heyecan zaten anasını satayım. Üstelik genelde bu olduğu-gibi-sevme işini çözdüğümü düşündüğüm sayılı ve çok değerli anlarda oluyor bu abukluklar. İnşası yeni bitmiş son teknoloji ürünü akıllı binaya çarpan hortum gibi dümdüz edip geçiyorlar zavallı beynimi.
Bu da bir haldir, deyip geçiyorum. N'aparsın işte.

Oluğu gibi sevmekten çok sevdiğin gibi olmasını istemeye kayar bir dengesi var insan ilişkilerinin.
Denge sabitimizin işareti ters yönlü olsa, olabilse keşke.

Gökyüzünü gözleyesim var bu aralar. Bana bayram hediyesi bir dandik teleskop alın gözünüzü seveyim. Lazım çok.

Çok saçma bir yazı oldu bu, farkındayım.

Mutlu bayramlar.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Çarşamba, Kasım 10, 2010

bir beynin kemirilme süreci ve bu eylemin insan üzerindeki etkileri...



"- Ruhum yorgun resmen. Kendimi 35 yaşında yeni boşanmış bir kadın gibi hissediyorum." dedim.
"- Ay sen zaten bu yaşta bir tuhafsın. Şu haline bak. Bu gidişle boşanamayacaksın da, kimse almaz artık seni çünkü." dedi.

Sus rica ederim, dedim.

"- Her şey bu kadar yolunda giderken niye hep bir şeyler eksik gibi hissediyorum ? Sanki çok mühim bir nokta var ve ben onu hep kaçırıyorum." diye yakındım.
"- Durduk yere dert edinmen lazım tabii, ondan böyle hissediyorsundur. Bir derdin olmayınca eksikmişsin gibi geliyor sana." dedi.

Allah aşkına, dedim. Sus n'olur.

"- İhtiyacım olanın bu olduğunu biliyorum ve bu şekilde mutluyum. Ama bazen çok karışıyor kafam, hata yaptığımı düşünmeden duramıyorum bazen." dedim.
"- Valla kendin bilirsin. Soktun burnunu bir boka, eşin dur işte içinde. Senin de aklın başına gelecek amaaaa..." dedi.

Tamam anladık uzatma, dedim.

"- Sürekli yeni planlar yapıp bozuyorum. İşin tuhaf yanı her plan bir diğerinden daha mantıklı oluyor ama vazgeçiveriyorum ondan da." diye bildirdim.
"- Senin bir şey yapmaya niyetin yok ki. Bir işin de sonunu getirebilsen dişimi kıracağım." diye cevapladı.

Ama yeter yahu sus, dedim.

"- Yapmam gereken çok şey var ama nereden başlasam bilemiyorum. Bu arada yaptıklarımdan memnunum ama nedense hep daha iyisini yapabileceğimi düşünüp kendimi eksik görüyorum." diye açıkladım.
"- Tabii daha iyiye yönelmen de bir başlangıç. Her ne kadar bir haltı beceremesen de..." dedi.

Eah bıktım ama susuver iki dakika, dedim.

"- Boyumdan büyük işlere kalkışıyorum hayatımın her alanında. Ama bence ben bunların üstesinden gelebilecek kadar güçlüyüm." diye önerdim.
"- O gücün de bir sınırı var biliyorsun değil mi ? Önce elindekileri bir hallet, hayatını yoluna koy da sonra yeni arayışlara gir. Yoksa yine yerden kazıyacağız seni" buyurdu.

Tamam kapa çeneni bir zahmet, dedim.

"- İşte vaziyet bu, sen ne düşünüyorsun bu planlarım hakkında ?" diye sordum.
"- Ne yalan söyleyeyim senden bir bok olmaz. Hiç kafa yok sende maaşallah." diye belirtti düşüncelerini.

Ağzının ortasına iki çakmadan susmayacak mısın sen be ? dedim.

Demedim, diyemedim. O yüzden hala konuşuyorlar.

Biraz daha yapıcı olamaz mısınız, çok rica etsem ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Kasım 08, 2010

çalışmak kafa yorar...



Çok değerli hayatımın çok kıymetli 24 saatini sattım, şu an cebimde fazladan bir 70 lira var.
İçimde büyüyen bir özgüven mevcut. Bunun yanı sıra önümüzdeki birkaç haftayı düşündükçe içim huzur doluyor. İki gün öncesine kadar Aralık 5'e kadar aç yaşamam gerektiğini düşünüp panikliyordum, şimdi tam tersi, mirasa konmuşum gibi bir hava var üstümde.
Halbuki miras da değil, alın teri.

Evet, ben bu hafta sonu boyunca -günde 12 saat olmak üzere- çalıştım millet !

"- Her haltı da böyle abartırsın zaten. Ne var, biz her gün çalışıyoruz, bunu bildirme gereği duyuyor muyuz ?"

Tamam sustum.

Salı, Kasım 02, 2010

dido - hunter



(bkz. günün hatta ayın şarkısı)

With one light on
In one room
I know you're up
When I get home
With one small step
Upon the stair
I know your look
When I get there

If you were a king
Up there on your throne
Would you be wise enough to let me go
For this queen you think you own

Wants to be a hunter again
I want to see the world alone again
To take a chance on life again
So let me go...

The unread book
And painful look
The TV's on
The sound is down
With one long pause
Then you begin
Oh look what
The cat's brought in

If you were a king
Up there on your throne
Would you be wise enough to let me go
For this queen you think you own

Wants to be a hunter again
I want to see the world alone again
To take a chance on life again
So let me go
Let me leave

For the crown you've placed upon my head
Feels too heavy now
And I don't know what to say to you
But I'll smile anyhow
And all the time I'm thinking
Thinking...

I want to be a hunter again
I want to see the world alone again
To take a chance on life again
So let me go


Related Posts with Thumbnails