Pazar, Mayıs 12, 2013

İç sıkıntısının elleri


Elini kolunu nereye koyacağını bilememenin verdiği iç sıkıntısı ancak çok önemli sınavlardan önce olur, çok önemli sınavlardan önce de insanın elini kolunu nereye koyacağını bilememesi şu an konumuzun dışında. Konumuzun içindeyse bu manasız ve ansızın gelebilen iç sıkıntısı var, bir de bu iç sıkıntısıyla nasıl baş edeceğini bilemeyen Haldun.

Haldun 32 yaşında, kimilerine göre hayatının baharında, kimilerine göre yarı yolda. Aslında nerede olduğuna dair bu fikirlerin hiçbiri Haldun’un umruda değil, onun daha ciddi karın ağrıları var. Tırnaklarını artık dipten kesiyor, yiyecek tırnağı olmadığı için burnunu kaşımayı huy edindi, burun kenarları hep yara. Onunla ilgilenen bir kadın olsaydı oralara krem sürmesini söylerdi, Haldun kadını dinler miydi bilemeyiz. Kadının Haldun’la ilgilenmesi Haldun’un da kadınla ilgileneceği anlamına gelmiyor sonuçta, ki ilgilense bile önerdiklerini uygulama olasılığı pek yok. Ama bir kadının Haldun’la ilgilenmesi iyi olabilirdi, en azından bazı hormonları daha dengeli kalabilirdi. Belki akşamları eve gittiğinde önceki günden kalma lahmacunu ısıtmak yerine ev yemeği yiyebilirdi, ya da haftada bir banyosunu sararmamış bir küvette yapabilirdi. Olasılıklar üzerine düşünmeyi pek sevmiyor gerçi Haldun, iç sıkıntısını önemli düzeyde arttıran haller bunlar, iç sıkıntısı arttıkça kendini nereye koyacağını bilemiyor. Koltuğunun altında gazetesi, cebinde sigarası, deniz kenarında bir masaya oturup bir çay içebilmek için neler vermezdi, ama çay midesini ağrıtıyor, sigara astımını azdırıyor, gazetede yazan haberler gece uykularını kaçırıyor.

Boylu poslu, kapı gibi dedikleri cinsten bir adam, iri mavi gözleri annesine çekmiş Haldun’un. İki güne bir traş ettiği sakalları saçları gibi simsiyah, az uzayınca kıvırcıklaşıyor. Dışarıdan bakıldığında bekarlığının tadını çıkarıyor, üstelik yakışıklı, üstelik işi var gücü var, üstelik saygılı, efendi. İçeride Haldun’un boğazına bir şeyler düğümlenmiş, nefesi sürekli daralıyor, duvarlar üzerine üzerine geliyor. Aynaya yalnızca traş olurken bakıyor, traşı yalnızca patronu istediği için oluyor, içinin sıkıntısıyla kendini nereye koyacağını bilmiyor. Bir kadın Haldun’la ilgilenseydi her şey çok daha farklı olabilirdi, artık evlenip çoluk çocuğa karışması gerektiğini söyleyen mahallenin babacan bakkalı da yardımcı olmuyor, Haldun bakkalın bu arsız ilgisinden bunalıyor. Aslında alt katında oturan ev sahibinin yeni boşanmış kızı Haldun’la ilgilense her şey çok farklı olabilirdi, ama ilgilenmiyor. Haldun ne yapacağını bilmiyor, geçenlerde kirayı verme bahanesiyle evlerine çay içmeye bile gitti, ama kadın yüzüne bakmıyor. Haldun eve gidiyor ve ayakkabılığın aynasını kırıyor, kendi yüzüne bakmaya dayanamıyor.

Uzun zamandır bir hayali var oysa ki, bir dağ evine yerleşmek istiyor. Yanına güzel bir kurt köpeği alıp içini sıkan her şeyden uzaklaşmak istiyor. Ama gidemez Haldun, çünkü nefesi daralıyor, ölüm korkusu o kadar güçlü ki nefret ettiği insanların yanında yaşama bağlı kalıyor. Tek başına duramıyor Haldun, tırnaklarını dipten kesiyor, bu şekilde yaşayamıyor. Yaşı 32 olmuş, babacan bakkalın dışında kimsesi kalmamış, yeni boşanmış kadınlardan bile ilgi görmüyor.

Aslında o kadar büyütülecek bir şey değildi ama Haldun öyle görmüyor. Altı üstü bir şakaydı, kadın kim bilir kaç adama söylemişti bu sözü, ama Haldun sindiremedi işte. Geneleve gitmeyi zaten kendine yediremiyor, bu yüzden altı yedi ayda bir gidiyor, gittiğinde de işi on dakika bile sürmüyor. Ama bu defa işe başlayamadı Haldun, kadın da böyle bir erkek güzelinin iktidarsızlığına kayıtsız kalamadı, önce kahkahayı bastı, sonra lafını yapıştırdı. İçi çok sıkılıyor Haldun’un, kadın bunu bilemezdi, ama anlatmaya çalıştığında dinleyebilirdi en azından. Parasını peşin öder hep Haldun, kadınlar da paralarını aldıktan sonra işin ne kadar sürdüğüne bakmazlar. En azından dinleyebilirdi kadın, parası cebindeydi sonuçta. Yine de çok önemli değildi, ama Haldun öyle düşünmüyor. Kadın Haldun’la birazcık ilgilense her şey çok farklı olabilirdi, belki şu an ölü olmazdı mesela, defalarca yumruklandıktan sonra boynu kırılmamış olurdu belki, bir sonraki müşterisine hazırlanmak için ayna karşısına geçerdi yeniden.

Hapishane çok sıkıcı, çok bunaltıcı. Duvarlar insanın üstünden geçiyor artık, geceleri nefes alamıyor Haldun. Tırnaklarını artık dipten kesemiyor, koğuşta alay ediyorlar “kız gibi” tırnak kemirmesiyle. Ellerini kucağına indiriyor, sonra iki yanına koyuyor. Elini kolunu nereye koyacağını bilmiyor Haldun, içi çok sıkılıyor.


"- İnsanların çıldırma haklarını onlara bırakınız."


Pazartesi, Şubat 25, 2013

Kuşlar ve Budalar

Merhabalar, keyifler mutluluklar, ballar çikolatalar,

Kendimi genele mektup yazıyormuş gibi hissediyorum, halbuki öyle bir şey yaptığım yok. Ama işte neylersiniz, her zaman hislerimizle eylemlerimiz birbirini tutmayabiliyor, beni en iyi yavrusunu severken öldüren ayılar anlar.

Milyon yıldır bir kelime yazmadım, şimdi yalan yok, tanrının her günü şu lanetli Facebook'taki chat şeysinde eşi dostu lafa tutuyorum, o ayrı. Onları adamdan saymıyorum. Arkadaşlarımı değil, onlara yazdıklarımı. Yani aslında yazdığım kelimeleri. Kendimi nasıl ifade edemediğimi gördüğünüze göre niye yazmadığımı da anlamışsınızdır.

Arada bir ses vermek lazım evet, ama arada es de vermek lazım. Ne lazımsa yapmaya hazır bir kişilik olarak önümüzdeki birkaç yılın esini bir defada verdiğime inanıyorum. Kendimle gurur duyuyorum, bunu da başarabildiğim için içten içe kendimi alkışlıyorum, ama aşırıya da kaçmıyorum, şımarmanın alemi yok. Kendimi hizada tutmam gerek, ve gerekeni yapmak da her zaman boynumuzun borcu olmuştur.

İnanılmaz bir rutinin içinde günümü gün ediyorum, hayatım o kadar planlı ve düzenli ki aklımı yitireceğim. Hangi gün saat kaçta ne yapıyor olacağıma dair etrafta galonlarca bilgi var, önümüzdeki iki yılı yaşamasam da olur, zira yaşamış kadar oldum, her şey çok net. Her günüm bir öncekinin aynısının yandan yemişi, bu noktada bana da beynimi evde bırakıp işlerimin başında olmak kalıyor. Durumun vahameti içinde özümü arıyorum.

İdeal bir kabus senaryosu olarak anlattığım bu hal aslında o kadar kötü değil, ben niye korkunçmuş gibi anlatıyorum bilmiyorum, alışkanlık herhalde. Çok enteresan işlerle uğraştığım da oluyor, mesela en son insanlığı eğitmekten vazgeçip kuş eğitimine yöneldim. Evdeki muhabbet kuşuna kendimi adadım, onu özgür bir birey haline getirmek için günlerdir varım yoğum hep ortalıkta. Tek sorun, hala kafesinden çıkarmayı başaramadım, inatla içeride oturuyor. İnsanlığı eğitirken tosladığım duvar burada da karşıma çıktı, ama azimle çişini kakasını yapanın neler yapabileceğini sizler de biliyorsunuz. Sonuç olarak, kuştan umutluyum.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi (hadi dürüst olalım, kime yeter ki?) yogada neredeyse bir senemi doldurdum. Ne ara bir sene oldu, koca sene nereye gitti hiçbir fikrim yok. Ama başka bir fikrim var, eşeklik etmeyin gelin hep beraber yoga yapalım. Ya da siz kendi yerinizde yapın, ben kendi yerimde yapayım ama boş oturmayın, yoga yapın. Ayrıca rica ederim abartmayın, ben size "Gelin Hindu olalım, gerekirse Buda'lara karışalım." demiyorum, "O göt iyi büyüdü, o göbek nereye kadar?" diyorum. Kime diyorum?

Demek istediğim, buralarda bir halt yok, blogun adını bile unutmuştum, geçen hatırladım da bir gelip bakayım dedim. Geliş o geliş, içimi döktüm, gidiyorum. Hep beraber sağ ve salim olarak kalalım, muhabbet kuşlarının ezberlemek yerine kendi hür iradeleriyle kendi düşüncelerini aktaracakları günden umudu kesmeyelim. Sevelim, sevilelim. Öperim.


Not: "Yalnızlık bana yaramıyor." dedim, inanmadınız. Ayıp değil mi?


Pazartesi, Haziran 11, 2012

terapi günlükleri #2 tanı...


“Alkolün sertleştirdiği, sigaranın
boğduğu bir ses, dumanın hasına adanmış
bir gırtlaktan çıkıyor ve çağlar ötesinden
gençlik ruhunun nasıl koktuğunu
anlatıyordu, hiçbirimiz o sesi unutamayız.”
-Mikado

Bir zamanlar birilerinin sözlüğünde üç beş kelimeden ibarettim. Dudaklarımdan dökülmeyen isimleri vardı birilerinin, bir zamanlar ben kendimi onların yazgısına hapsetmiştim. Bazı cümleler vardı birileri tarafından yazılmış, ben kendime o cümlelerden modaya uygun kıyafetler dikmiştim. Birilerinin gözleri kor olup saplanmıştı zihnime, birilerinin yaşanmışlıkları yolumu aydınlatsın isterdim. Kendime tapınacak putlar yapardım boş zamanlarımda, yaşam alanımı bir çeşit Kabe’ye çevirmiştim. Bilinen her şeyi bilmeye, bilinmeyen her şeyi çözmeye yeminler etmiştim herkesin önünde, bunları herkes bilsin istemiştim. Gün gelip de bu yeminler tarafından tutuklandığımda, zindana kendi ziyaretime sadece ben gitmiştim. Zamanın birinde baroya kayıtlı avukat kesilip, herkesin bildiği kadarından ibaret olduğuma ikna edivermiştim kendimi, asıl çözmem gerekenin kendi benliğim tarafında şifrelenmiş olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Tanıdıklarımın bazılarını kendime yaratıcı seçerdim, sonra tüm zamanımı yaratılış destanları yazmakla geçirirdim. Yaratıcı olarak seçilemeyen kişileriyse bu destanların baş kahramanları yaparak ödüllendirirdim, onların bu ödülü hak edişlerine inat, kendime ornitorenk rolünü verirdim. Kendi kendime var olmuş olabileceğime hiç ihtimal vermemiştim doğrusu, kendi kendimi hiç görmemiştim. Kendimden bihaber geçirdiğim her bir anın canıma kast edişini izlemekle yetinmiştim, dürüst olmam gerektiğinde kendimi özellikle es geçerdim. Aslında kim olduğumu ezbere bilirdim, sorduklarında hiç tereddüt etmeden cevap verirdim, ben hiç kimseydim. Değil üzerinde düşünmeye, hakkında konuşmaya bile değmezdim. En iyisi beni boş verelim gitsindi, zaten beş para etmezdim. Kendime bakış açım acınası derecelerde seyrederken, ben düzenlediğim müzayedede kendi değerimi kaybetmiştim.
Birilerinin varlıkları zihnimde ışık hızında bölünerek çoğalırken, ben akut solunum yetmezliğinden ölmek üzereydim.
Söylediğim hiçbir şeyin size anlamlı gelmediğinin bilincindeyim, aslında söyleyemediğim pek çok şeyin gerçekte anlamlı olmadığının da bilincindeyim. Cümlelerim ifade edemediklerimin yansıması değil, ancak yalancısı olurlar. Yazının bu son satırlarına geldiğinizde “Bu defa güldürmedi.” dediğinizi duyar gibiyim, bu defa kuru kuruya düşündürdüğüm için tüm özürlerimle...
Öperim.

Mart 2012



Salı, Mayıs 22, 2012

terapi günlükleri #1 rehabilitasyona giriş...

Sabahtan beri önüme gelen herkese erinmeden gocunmadan anlattım, madem siz de önümdesiniz size de anlatayım, sizin diğerlerinden neyiniz eksik? Benim gerçekten bir sıkıntım yok, aslında hayatımdaki her şey bir yol benimsemiş, huzur içinde o yolda gitmekte. Sadece sırtım ağrıyor, hepsi bu. Bu hastane ortopedi uzmanı kaynıyor, kardiyoloji uzmanından geçilmiyor, ne yana dönsem ayrı bir KBB’ciye çarpıyorum, beni neden size getirdiler hiç anlamadım. Ayrıca altı üstü sırtım ağrıyor, her anabilim dalının her bir doktoruna görünmeme ne gerek var? Niye bu kadar abarttığınıza da anlam veremiyorum doğrusu, galiba başka işiniz yok. Her neyse.
Az önce doktor beye de söyledim, elime bu reçeteyi tutuşturup size pasladı beni, anksiyetem bozukmuş. Halbuki muhtemelen akciğerlerim su topladı, kaburgalarımın bir kısmı kırık ve o arada sinsi kalp kapakçığım kendini imha ediyor, bunun anksiyeteyle ne alakası var? İç organlarımın anksiyeteleri bozuksa, iki durup bir bana atarlanıyorlarsa bilemeyeceğim tabi, ama bence yedi milyarda bir görülen çok nadir bir hastalığım var ve siz beni nefes egzersizleriyle oyalayarak literatüre geçme şansınızı kaçırıyorsunuz. Yarın bir gün bu trilyarda bir görülen ender hastalıktan öldüğümde “Dediydi de biz dinlemedik.” dersiniz. İşte o zaman ne kadar ileri görüşlü olduğumu anlarsınız, anladığınızla da kalırsınız.
Sadece sırtım ağrıyor, inanın başka hiçbir derdim kederim yasım yok, vallahi de billahi de yok. Keyif içinde günümü gün etmek suretiyle hayatın tadını çıkarıyorum. Ara ara sinirimi bozan şeyler mi? Yani, tabi ki, herkesin olur, benim de var. Benim de sinirim var sonuçta, bozulabiliyor, ben de insanım, en azından dışarıdan bakınca insana benziyorum bence. Neyse, demek istediğim... Peki, bahsedelim biraz.
Mesela insanlar var, onlardan hiç beklemediğim şeyler yapıyorlar. Çok kızıyorum, çok üzülüyorum, ama hemen ardından aslında bu davranışların o kadar da beklenmedik olmadığını, çünkü daha önce de aynı şeyleri defalarca yaptıklarını fark ediyorum. Farkındalıklarıma şaşıp kalıyorum.
Şimdi mesela size burada kimden bahsetsem bilemiyorum. Kimi övsem, kime sövsem, şuradan kalkıp kimi dövsem seçemiyorum. İnsanlar o kadar çok ki, inanın döv döv bitmezler. Boru değil, dünya nüfusu olarak yedi milyara yakınsıyoruz ve bu yedi milyarın %83’ünün benden daha cüsseli olduğunu varsayarsak dövme işi yalan olur. Ayrıca övmek yada sövmek eylemlerine değil de dövmek eylemine bu kadar takılmış olmam benim kişiliğimdeki şiddet yanlısı yönü apaçık ortaya koyuyor, kendimi çıplak hissediyorum. Kendimi çıplak hissetmeyi sevmiyorum, şu an bana sevmediğim şeyleri hissettiren insanları dövmenin tam yeri bence. Neyse.
Bazı anlarda bazı bazı durumlar ortaya çıkıyor, ben ne yaptım da böyle oldu anlayamıyorum mesela. Algımda bir sorun olduğunu da zannetmiyorum açıkçası, zira oldukça seçici geçirgen bir algım var. Bunun ne olduğunu soranlara hemen çay süzgeci örneğini veriyorum ve bir on beş dakika kadar bunu açıklıyorum, ama sizi bu ızdıraptan mahrum bırakmak adına sadece örneği vereceğim. Çay süzgeci.
Mesela bazı anlarda –bunlar yukarıda belirttiğim bazı bazı durumların yaşanmadığı anlar oluyor genelde- şapkayı önüme koyup düşünüyorum, ama bu anlar fazla düşünmeye gelmiyor galiba. Hemen kafam karışıveriyor, ben de düşünmeyi bırakıyorum. Sonra vay efendim düşüncesiz oluyorum vay efendim düşünmeden hareket ediyorum. Bana bunları diyenlere beni yargılamadan önce benim kafamla düşünmelerini söylüyorum ve bir sonraki şikayet konuma geçiyorum.
Mesela kimseye çaktırmıyorum ama, yalnız ölmekten çok korkuyorum. Sonra aklıma hali hazırda yalnız olduğum geliyor, bu defa direk ölmekten korkuyorum. Türlü çeşit şikayetle doktora gidiyorum, doktor bilumum testlerin ardından sapasağlam olduğumu söylüyor ve elime bir kutu ilaç tutuşturup beni size, sonra da evime yolluyor. “O kadar sağlamsam bu ilaçlar neden?” demiyorum, diyemiyorum. Onun yerine kendime “Adam geçen çağdan beri tıp okuyor, ondan daha mı iyi bileceksin?” diyorum. İlaçların yalnızlığımı nasıl dindireceğini çok merak ediyorum.
Demek istediğim, siz inatla anlamasanız da, benim sadece sırtım ağrıyor. Arada bir nefes alamaz oluyorum, tünelin ucundaki ışığı yalandan bir görüveriyorum, sonra geçiyor. Tek sebebi sırtımın şu geçmez bitmez ağrısı, biliyorum, ağrıdan geceleri uyku uyuyamıyorum, gündüzleri yataktan çıkamıyorum, sürekli ağlıyorum. Şu ağrım geçsin başka bir şey istemiyorum, yemin ederim başka hiçbir derdim yok. Hayatımdan çok memnunum ben.

22 Ocak 2012



Çarşamba, Aralık 28, 2011

dönüşümün tersinirliği üzerine...


“- Görüşmeyeli ne çok olmuş, neler yaptın bunca zamandır?” dedi.

Kendime yasaklar koydum, onlarca binlerce yasak. Sonra mantar panomdan bir tane iğne alıp –rengini hatırlayamıyorum- hepsini tek tek deldim. Kendi yasaklarımdaki deliklerin üretim hatalarından kaynaklandığına karar verdim, hepsini kaldırıp çöpe atarken artık kararlı biriydim. Bir sonraki kararım çöpe attığım yasaklarımın üzerine sifonu çekmek oldu, ama üşendim. Bu kadar üşengeç biri olmasaydım, kararlarımın hayal ürünleriyle olan ilişkisini tanımlayabilirdim, tanımlayamadım.

Gecelerce yargılardan bahsettim kendime, yargılar üzerine konferanslar verdim kendime. Kendimi büyük bir dikkatle dinledim, gerekli yerleri not aldım, daha gerekli yerlerin üzerlerini çizdim. Sonra notları yazdığım kağıda alerjim olduğu ortaya çıktı, ölüm korkusu yüzünden açıp o notları bir kere daha okuyamadım. Onun yerine odamın balkonuna yığdım hepsini, gözümü kırpmadan cayır cayır yaktım, bu beni öldürmek isteyenlere verdiğim tipik bir cezaydı zaten. Nefretle gözüm o kadar kararmamış olsaydı, bu it soyları yanarken açığa çıkan gazların zavallı ciğerlerimi mahvedeceğini fark edebilirdim, fark edemedim.

Geçmişle geleceği ayırmak için bir duvar inşa etme planım vardı, hayata geçsin istedim. Ölçüleri aldım, taslakları hazırladım, hesaplamaları yaptım, simülasyonları çizdim, inceledim, kullanacağım malzemeleri seçip temin ettim, inşaata başladım. Asıl amacım her iki tarafı da görerek bu duvarın üzerine yürüyebilmekti, bu yüzden yükseklik korkumu yenmemi sağlaması için kadroya bir de terapist aldım. Terapist bana duvarın geçmiş tarafına bir merdiven inşa etmemi önerdi, kabul etmeden duramadım. Geçmişin bir okyanus olduğunu söyleyenleri biraz ciddiye almış olsaydım, ben merdiveni kurarken arkamdan sinsice yaklaşıp beni bir hamlede yutan tsunamiyi öngörebilirdim, yapamadım.

Otobiyografimi yazmak her zaman yapmak istediğim bir şeydi, hazır vaktim varken ona da el atayım dedim. Beyaz bir sayfa açtım, aldım elime kalemi, adımı soyadımı yazdım ve orada kaldım, yazacak başka hiçbir şeyim yoktu. Otobiyografimi okumak, sindirmek ve ardından kütüphanelerinin baş köşelerinde sonsuza dek özenle muhafaza etmek isteyen kalabalığı düşünmek de heyecanlandırmadı beni, aksine henüz hiç yaşamamış olduğumu fark etmenin verdiği acıyla kıvranıyordum. Hemen bir ağrı kesici aramaya başladım, önüme gelen her çekmeceyi her dolabı giderek artan bir umutsuzlukla açtım. Sonunda bulduğum yegane ilaç şişesinin üzerinde “Sadece yetişkinler içindir.” yazan ibareyi okumuş olsaydım, belki o ilaçları büyük bir şevkle yutmak yerine aldığım rafa geri koyabilirdim, koyamadım.

Ortalıkta olduğum sürece pek çok kişinin ayağına dolandığımı anladığımda kendimi bir kutuya koydum, bir dolabın en alt köşesine sakladım. Kutuda geçirdiğim zamanı yeni bir dünya kurarak değerlendirmek istedim, bu dünyayı tek bir yerden ben yöneteyim istedim. Yarattığım halklar benim himayemde birleşti, egemenliğimdeki topraklar benim yönetimimde ürünler verdi. Halkıma vekil seçmeleri için izin verecek kadar alçak gönüllüydüm, oluşturulan parlamento benimle bütünleşti. Ancak kutunun içindeki kaynaklar sınırlıydı, bir süre sonra maaşım ödenmeyince kendi yönetimimi protesto ettim. Kendime düzenlediğim ve başarıya ulaşan suikastın sonunda daracık kutunun içinde bir anda patlak verecek anarşiyi öngörmüş olsaydım, belki daha uzlaşmacı bir politika izleyebilirdim, izleyemedim.

 “- Hiç, bildiğin gibi. Hep aynı şeyler işte.” dedim.


Cuma, Aralık 16, 2011

sadece biraz sohbet edelim istedim işte...


Siz okumayalı ne kadar oldu bilmiyorum ama ben yazmayalı çok oldu. Yazmakla bir alıp veremediğim yok, sadece olaylar öyle gelişti işte. Aslında aramız açılmadı, sadece son zamanlarda o çok yoğun ve bana eskisi kadar vakit ayıramıyor. Durumunu anlıyorum ve mecburen saygı duyuyorum, modern toplum bizi durumları anlamaya ve mecburi saygılar duymaya koşullandırmıştır. “Belki de biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardır.” diyorum dışımdan ama bu da modern toplumun düzeninden kopmamak için harcanmış bir çabadan fazlası değil. İçten içe ölsem de, dıştan dışa sürünüyorum ve bu şekilde kusursuz kamuflajımın bana sunduğu avantajlardan faydalanıyorum. Pragmatizmin canına okuyorum.
Yukarıdaki paragrafta bahsi geçen üçüncü tekil şahıs yazmanın ta kendisi. Karışıklık olmasın diye belirteyim dedim.
Yazma konusundaki isteksizliğimin (bu yazamamak kelimesinden daha iyi durdu sanki, hadi bununla devam edelim) temelinde muhtemelen milyonlarca şey var, çünkü ben her gün yeni bir tanesini keşfediyorum. Mesela bugün keşfettiğim sebep yazarken bana malzeme olabilecek şeylerin üzerinde düşünmekle ve onları çözümlemekle uğraşmıyor olmam. Yandaki cümledeki anlatım bozukluğunu bulunuz ve ağzına iki tane çarpınız.
Dürüst olmak gerekirse artık bir şeyleri çözümlemiyorum, çözümlemeden yaşıyorum. Denklemdeki bilinmeyenin (nam-ı diğer x’in) neye eşit olduğu pek de umrumda değil. Üstelik sanılanın aksine, x’le aramızda bir anlaşmazlık da yok. Ne o benim yoluma taş koydu, ne ben onun üzerine kaynar çay döktüm. Ne o benim yazdığım çocuğu götürdü, ne ben onun eski manitasını tavladım – malum, bugünlerde anlaşmazlıklar çoğunlukla bu yüzden çıkıyor. Ben sadece x’in takdirini kazanmak için kendimi ona beğendirmeye çalışmaktan vazgeçtim ve akabinde onun da benim kendisini takdir etmemi kutsal bir yerlerine takmadığını fark ettim. Durum açıklığa kavuşunca denklemi de çözmeme pek gerek kalmadı tabi ki, ben de kendi haline bıraktım işte.
Her şeyden nasıl sıkıldığımı anlatmaktan o kadar sıkıldım ki burada bu sıkıntımdan bahsetmek bile inanılmaz derecede canımı sıkıyor. İnsanlık bir yerlerde bir şekilde yükselişe geçiyor ve biz de kaçınılmaz olarak burada düşüşlerle bütünleşiyoruz. Dengenin bir şekilde kurulması gerek, artı sapmaları ciddiye alamayan bizler nasibimizi eksi sapmalardan alıyoruz. “Eee, misafir umduğunu değil bulduğunu yer.” diyerek sözü ölüme bırakmak istiyorum ama bir panik atağı daha kaldıramaz bu bünye, o yüzden isteklerime gem vurup diğer paragrafta sözü hala elimde tutmaya karar verdim.
Burası diğer paragraf ve söz hala bende. Aslında demek istiyorum ki, dif hala hayatta ve bir satır dahi yazamıyor, o yüzden endişeye kapılmayın. Buraya kadar yazdığım her şeyin yazılma amacı bu. Son bir aydır –son bir kaç aydır- aynı yerde oturuyor ve aynı şeyleri düşünüyor. Ne oturuşunda ne de düşüncelerinde hiçbir değişiklik yok. Arada bir odasını temizliyor ve boş zamanlarında Facebook ana sayfasını yeniliyor. Bir süre sonra oda kirlenmemeye başlıyor ve ana sayfada hiçbir yenilik olmuyor. Demek istediğim, dif hala buralarda, egzistansına lanetler okuyor, bir satır dahi yazamadığı gibi bir saat dahi yaşayamıyor. Sadece var oluyor ve apartmanın dış yüzünü desenli duvar kağıtlarıyla kaplayacağı günü düşlüyor.

Uzay - zaman'ın sınır tanımazlığını kabul ediyor ve hepinizi öpüyorum.


Çarşamba, Kasım 09, 2011

katty'nin intiharı #5 sonun başlangıcı...



Sekiz gün yedi gece. Yedi gün altı gece. Altı gün beş gece...
Biri sağ yanını mesken tutmuş, gördüğü her hatana alkış tutuyor. Biri arkana geçmiş, senin görmez tarafından bulduğu her fırsatta intihar ediyor. Nicedir beklediğin o uğruna ölünesi övgüler sövgülere karışmış, bilinmeyen uzaklardan kulaklarını tırmalıyor.
Günler gecelere bulanmış, geceler zihnine bulaşmış, yüceltilen zekanın her bir ilmeği bir yeni kördüğüme gebe. Kendine duyduğun güven geçirmiş kafasına bir siyah çuval, giyotinin başında hazır ola durmuş. Kendine duyduğun güven giyotinin başında tam da yerini bulmuş. Hala bulamadığın şu çok efsane amacın birilerinin arzularına araç olmuş, şimdi boş zamanlarında kendi hayatına renk katmak için senin kanını emiyor.
Sen bunları hak etmedin. Sen bunları hak etmedin.
Sen hiçbir şeyi hak edemedin.
Hukukun onlara verdiği yetkiye dayanarak yetmiş iki milletin egemenliği altına girmişsin. Sen vermen gereken kurtuluş savaşında hükmen yenilmişsin. Sahne ışıkları altından gelen birileri sana nice roller yazmış, sen elemeleri geçememişsin. Yaşadığın her an önüne yepyeni yollar açan bir Tanrı varmış, sen inanmayı reddetmişsin.
Beş gün dört gece. Dört gün üç gece...
Çıldırmanın eşiğini kim ne zaman bu kadar yükseltmiş? Deliliğe düzülen övgüler ne zaman bu kadar popülerleşmiş? Kendine geldiğinde istikrarından hiçbir şey kaybetmemiş olacağına olan inancınla kendine duyduğun sonu gelmez saygının arasındaki bağlar çoktan kırıldı. Hani mükemmel mantık örgün Faraday kafesi gibi zihnini dışarıdan gelen saldırılara karşı koruyacaktı?
Tarih ve tekerrür iki büyük kavramdı, insanlığın en büyük hatası bu iki kavramı birbirlerine bağlamak oldu.
Yine boşluktasın, yeniden boşluktasın. Gerçekten bu kadar ucuz kurtulacağını mı sanmıştın?
Üç gün iki gece. İki gün bir gece...
Burası sınır, burası son, bulunduğun bu nokta sonsuzlukla eş anlamda kullanılıyor. Kimse sigarana ateş tutmayacak burada, kimse cebindeki az kullanılmış peçeteyi seninle paylaşmayacak. Burası tüm varoluşlarının kendini tükettiği yer, sen burada artık var olamazsın. Sen burada artık ölemezsin. Senden başka kimsenin anlamını bilmediği o dört duvar sana mezar bile olamaz. Burası bir gece, burası hep gece. Burada zaman sonsuz, karanlık sınırsız. Burası senin içindeki kara deliğin katılaşıp somutlaştığı kırılma noktası.
Sen buraya kendin geldin. Sen buraya bilerek, isteyerek geldin.
Sen buraya geri kalanları bırakmaya geldin.
Bir gece, bir gece. Bir gece, tek gece. Gece, hep gece...
Kendi içine son kez çöktün, seni kimsenin çıkarmasını bekleme. Burası senin kendi sonsuzluğun, burası senin için tek gerçek son aslında. Ve buradan da çıkmayı başarabilirsen, sana söz veriyorum, bir daha asla geri dönmeyeceksin.


Her son kendine özgü bir yolla başlar, mesela bir diğer sonun başlangıcı.


Cumartesi, Ekim 22, 2011

bir ilişkinin lobotomisi...



Öncelikle bunu bilmenizde fayda var sanırım, iç sıkıntısını dışarı vurma yöntemleri çok yaratıcıydı. Davranışlarını özenle seçerdi, bu sayede onun iç sıkıntısını birinci elden göğsünüzün içinde kalbinizin derinliklerinde hissederdiniz. Yaşadığı hayattan nasıl bunaldığını anlatırken kelimelere ihtiyaç duymaması kıskanılacak bir özelliğiydi, ona baktığınız anda bunu rahatlıkla anlayabiliyordunuz, zira görüntüsü buhranlarını hayasızca ele veriyordu. Buna rağmen ben ona bakmakta hiçbir beis görmüyordum, elimden gelse kendisini özenle bir vitrine yerleştirip, karşısındaki deri koltukta saatlerce şarap yudumlayabilirdim. Ancak aklım yerine geldiğinden beri vitrinlere karşıydım ve şarabın kokusu bile midemi bulandırıyordu.

Onu anlamadığımı söyleseydim birlikte geçirdiğimiz zamana haksızlık etmiş olurdum, bu yüzden bunu asla kelimelere dökmeye çalışmadım. Onun yerine bu süreyi onu anlamaya uğraşmakla değerlendirdim, ancak sizin de açıkça görebildiğiniz gibi bu uğraş hak ettiği değeri görmedi. Paha biçilemez olmak gibi bir idealim yoktu gerçi, yine de piyasa fiyatının biraz üzerinde olmak gururumu okşayabilirdi. Hesaba katmadığım şey onun kendi içinde kaybolduğu şu dehlizlerdi ve bir insan kendi içindeki dehlizlerde kaybolmayagörsün, kimseyi gerçekten isteyerek okşayamaz.

Üç aşağı beş yukarı benzer yaratılışlara sahip olduğumuzu düşünmüştüm – ki sadece bu örneğe bile bakarak neden filozof olamayacağımı anlayabilirsiniz. Elimde olmadan anlamlar yüklüyordum ona, hem de eşek yüküyle, ardından da bu anlamlara dayanarak çeşitli asılsız çıkarımlarda bulunuyordum  –ki sadece bu örnekten yola çıkarak benden neden sosyolog olamayacağını da anlayabilirsiniz. Aklını okumak gibi bir amacım yoktu, sadece ne hissettiğini anlamak için yeterince kendimi paralarsam başarılı olabileceğimi umuyordum –ki bu örnek bile benim neden psikolog olamayacağımı anlatmak için yeterlidir. Yaşanmışlıklar gün geçtikçe tozlanıyordu hafızamda ve hafızamın tozunu almaya niyetlendiğim her an, gerçekler biraz daha karmaşıklaşıyordu – umarım bu örnekte benim neden tarihçi olamayacağımı da anlamışsınızdır. Her şey sizin beni daha iyi anlayabilmeniz için.

Gitmek istediğini söylediğinde ona karşı çıkmadım, şimdi geriye baktığımda keşke kabul etmeseymişim diyorum. Ama keşkelerle yaşanmaz, yani en azından bizlere öğretilen budur. Onu durdurmak yerine çantasını hazırlamayı teklif ettim, tek isteğim onun için bir şeyler daha yapabilmekti. Fakat söylediğim gibi, o hali hazırda kendi içinin sıkıntısında hüzünlü duşlar alıyordu, hala duşta olan birine havlu tutmak kadar anlamsızdı bu teklifim. O da böyle düşünmüş olacak ki, olanca edepsizliğiyle reddetti beni. Tuhaf bir biçimde, aldırmadım bu tepkisine. Kindar biri değildim, daha önce aldığım bir intikam yoktu ama bu işi bilenlerden duyduğuma göre bu soğuk yenen bir yemekti. Ve inanın, piyasa fiyatının altında satışa sunulmak her mal için bir intikam sebebi olabilir.

Ayrılık günü gelip çatana kadar her şey planladığı gibi gitmişti. Size söyledim mi bilmem, kendisini boğan onca karanlığın içinde bile her zaman hazır ve planlı olmasıyla ünlenivermişti, bugün bile beni şaşırtan bir başarıdır bu. Vedalaşmak için yanına gittiğimde benden son bir sigara istedi, ben de son sigaramı çıkarıp ona uzattım. İki kişi toplasan bir sigara ancak ettiğimizi gördüğünde hüzünlendi, bu ani hüznü benim dünyama güneşin kendi içine çökmesi olarak yansıdı her zamanki gibi. Ona ne kadar kırgın olsam da güneşsiz yapamazdım, zaten güneşsiz kimse yapamaz, bilirsiniz. En yakındaki markete gidip sigara alacağımı ve ben gelmeden asla gitmemesini rica ettim, söz verdi. Size bahsetmeyi unutmuş olabilirim, bunca zaman boyunca benim için yaptığı tek şey bana verdiği sözleri tutması olmuştu ve bu defa da farklı olmayacağını sadece içimdeki ses değil onun gözleri de söylüyordu. Çıkarken çabuk gelmemi söyledi, aksi takdirde geç kalacaktı, vakur ancak sevimli bir ses tonuyla merak etmemesini söyledim. Kapıyı kapatırken son bir gülücük gönderdim ona, son derece karanlık bir bakışla karşılık verdi ve evden çıktım. Bir daha da geri dönmedim.




Çarşamba, Ekim 05, 2011

bir gecenin tükenmesi...


Ben senden bir şey beklemedim, sen de bana bir şey vermedin zaten. Elimde bin yıllık bozuk bir telsizle metrelerce karın altından sana yardım sinyalleri göndermem anlamsızdı, senin telefonun teknolojinin geldiği son noktayı çoktan geçmişti çünkü. Senin sörf yaptığın bir internet vardı, ben Kuzey Buz Denizi’nde tecavüze uğruyordum, üstelik bu buz dağının sadece görünen kısmıydı.
Benim senden yana hiçbir beklentim yoktu, gerçekten. Sen de zahmet edip bir su getirmedin zaten. Halbuki Sahra Çölü’nün ortasında da değildim, sadece kendi içime çökmüştüm yine. Sen belki bilmiyorsun ama, benim içimde de kutup ayıları vardı. Bedevilikten çok uzak olmam önemli değildi, sen hep kutup ayılarının tarafındaydın zaten.
Hakikaten, ben beklentilerimi sıfıra indirmiştim. Bu senin de işine geldi zaten. Haklı davamın sonunda müebbet yedim ben, sen o sırada rakı masasında kim bilir kaçıncı yüzyılın adalet anlayışını tartışıyordun. Benim rakıya sözüm yoktu, rakının mideme garezi vardı sadece. Sen bu defa da rakının tarafını tuttun, ben de sabaha kadar mideme boşalttığın kurşunları kustum işte.
Hiçbir şey beklemiyordum ben, senin de istediğin buydu zaten. Ben oturmuş Babil Kulesi hakkında düşünüyordum her zamanki gibi, insanların ayrı dillerde konuşmalarını ayrı düşüncelere sahip olmaları şeklinde yorumluyordum. Sen ağzımdan çıkan sözcüklerden yaptığın kafese tıktın beni, üstelik kafes altından bile değildi. Birilerinin atası yine doğru söylemişti, söz ancak gümüş olabilirdi ve benimkiler o kadar bile iyi değillerdi.
Beklentinin kırıntısı bende mevcut değildi, sen de alacağını almıştın zaten. Muson yağmurlarının etkisi altındaydım ben, seninse kendini masaj salonlarına atman bir an sürmüştü. Hibakusha'lardan bahsederken beni dinlememeni anlayabilirdim her zaman, ama Nagasaki’ye benimle birlikte yerleşmek istememene kırılmıştım doğrusu. Kendimi bile kandırmıştım oysa ki, ben çoktan bir beklenti yumağına dönüşmüştüm, sense gitmeyi en başından kafana koymuştun zaten.

18.09.2011


Pazartesi, Eylül 05, 2011

kaçınılmazın gerekçeleri...



Bitmek tükenmek bilmeyen geceler vardır, bilirsiniz. Böyle gecelerde uzun uzadıya düşünmek gerekir, böyle gecelerde uzun uzadıya düşünmekten başka bir şey yapmamak gerekir. Böyle geceler beraberlerinde boyu uzun düşünceleri  getirir, size ise dünden razı bir misafircesine bulduklarınızla yetinmek kalır. Olur da bir çılgınlık yapıp yetinmezseniz sonunuz gerçekten kötü olabilir, zira böyle geceler içinizde büyüyen arsızlığın kökünü kurutmak için birebirdir.
Kaçınılmaz idamımdan hemen önceki gece işte böyle bir geceydi. Aslında isabet olmuştu, böyle bir geceyle layığımı bulmuştum, çünkü kaçınılmaz idamımın gününe hatta saatine bile karar vermiş olmama rağmen suçum hala sabit değildi ve infazdan önce suçumu sabitlemem bu zavallı boynumun biricik borcuydu. Takdir edersiniz ki, kaçınılmaz idamımdan sonra suçumu sabitlememin bir anlamı yoktu, bu yüzden böyle bir gece benim için idealdi. Değerini bilmeli, hakkını vermeli, hatta gerekirse şükretmeliydim. Hem nasıl olsa böyle bir gece bunların hepsini yapabileceğim kadar uzundu.
Uzun uzadıya düşündükten sonra vardğım sonuç oldukça şaşırtıcıydı, ama gerçekliği de su götürmez nitelikteydi. Bilirsiniz, gerçekliğin niteliği her zaman önemlidir, ne kadar şaşırtıcı olursa olsun.
Her neyse. Suçum, açık ve seçik bir biçimde, meyildi. Bir suçu gerçekten hakkını vererek işlemekle işleyebilecek kapasitede olmanın arasındaki tel örgünün üzerinde yaptığım cambazlıklardı. Bana duyulan güvenin camına çektiğim şuttu, birileri ben o şutu çekmeden önce şu nankör topumu kesmeliydi, hem de acilen. Etrafımdaki herkesin binbir çeşit düğümle bana bağladıkları inanç iplerini kesmeme yarayacak makasın cebimde olmasıydı. Başkalarının iyilik kavramıyla benim kötülük kavramımın arasındaki gizli geçitlerde saklıydı. Meyil, benim yokuş aşağı son hızla giden freni patlamış bir kamyona dönüşme olasılığımdı ve benim suçum bu olasılığı her zaman içimde barındırmamdı. 
Aklımdan geçen renkli düşüncelerin ahenkli altyazılarında gizliydi bu meyil. Elimde tuttuğum, ince camdan yapılmış, manevi değeri bol bardağı bir anda yere düşürüp kırabilme ihtimalimdi aslında, el kaslarımı kontrol eden sinirlerin bir anda beynime karşı gelebilecek olmalarıydı. Geçmişle geleceğin kesiştiği noktada Pandora’nın kutusundan üzerinde benim adım yazılı olan etiketlerle çıkanlardı. Geçmişimin geleceğimi arzulama sebebiydi, geçmişimin geleceğime tecavüz etme sebebiydi. İçimdeki kahinin makamını bu kadar uzun süre muhafaza edebilmesinin kaynağıydı meyil ve o kahin o makamda oturduğu sürece ben parmaklıkların ardında yaşlanmaya devam edecektim. Zira, meyil kayıtsız şartsız benimdi ve bu da beni suçlu yapan asıl şeydi.
Hakkımdaki suçlamalardan beraat etmemi engelleyen savcı, benim meyilimin hukuk tahsili yapmış haliydi. Girdiğim sınıfta bu dersi kaçıncı defa aldığımı soran hoca, meyilimin akademik kariyerinin zirvesindeyken girdiği kılıktı. Birkaç kere buluştuktan sonra telefonlarıma cevap vermeyen adam, cebinde meyillerime dair uzun bir liste tutan kişiden başkası değildi. Bu defa dikkatli olmam ve aynı hataları tekrarlamamam için bana yalvaran arkadaşlarım meyillerimi saptama konusunda mükemmel bir yeteneğe sahiptiler ve maalesef ki beynimin yönetim kurulu üyeleri onların en kıymetli destekçileriydi.
Meyillerim söz konusu olunca, en güvenilir harita geçmişimdi. Meyillerim söz konusu olunca, bilirkişiler canlarını yaktığımı tüm dünyaya haykırarak iddia edenlerdi. Meyillerim söz konusu olunca, bilirkişi raporu her zaman aleyhimeydi ve inanın, sadece bu bile beni kötü biri yapabilirdi. Aslında dürüst olmak gerekirse, sadece bu bile ebemin kötü yola düşmesi için yeterli bir sebepti. Meyillerim söz konusu olunca, altımdaki tabureyi devirecek cellat bile son isteğimi sormayabilirdi. Meyillerim söz konusu olunca, darağacının başıma yıkılması işten bile değildi.
Gecenin sonunda istediğim sabitliği elde etmiştim işte, suçum kesinlikle ve sadece meyildi. Ben bu meyilden dolayı suçluydum, ve her zaman da suçlu olacaktım. Meyillerimin her biri, gelecekte işleyeceğim suçlara paha biçilmez birer referanstı ve idamım bu yüzden kaçınılmazdı.


















Not : Üstteki parça eskisi gibi her yazıya bir parça koymamı isteyen insan içindir. Evet, ben de soundcloud.com'la uğraşmayı özlemişim.
Related Posts with Thumbnails