Salı, Aralık 28, 2010

keşke bunalmak hali süreksiz olsa ama yine de türevlenebilse...



"- Onu çok seviyorum Dif." dedi.
"- Rica ederim." dedim.

Genelde -sizlerin de farketmiş olabileceği üzere- olağan şeylerden bahsetmeyi pek sevmiyorum. Ama bazen öyle olağanlıklar içinde yer alıyorum ki kendimi onlardan bahsetmekten alıkoyamıyorum.

Hani "bugün sabah kendime kaşarlı baharatlı omlet yaptım. sonra nephe geldi, birlikte oje sürdük." muhabbeti -olayın içinde yer almama rağmen- benim bile içimi kaldırıyor. Bunları yazarsam sizlerin hali benden daha fena olur bence. Kaldı ki burada kimsenin içini sıkmak için yazmıyorum.
Ama öyle basit, öyle klasik anlar oluyor ki bazen, hayatın anlamını keşfetmeme bir adım kaldığına falan inanıyorum. Gayet tuhaf bir durum, ben bile şaşırıyorum yaşarken.
Tabi sonra hiç bir haltın anlamını falan keşfetmiş olmuyorum, sadece öyle saçma bir his geliyor. Zaten keşfetmiş olsaydım yazmış olurdum buralara bir yerlere.
Neyse.

"- Onu tanımadan önce nasıl yaşamışım ben ya ? Ayrılırsak ölürüm, o an orada biterim ben Dif." dedi.
"- Ama lütfen. Seni mantığa davet ediyorum." diye ısrar ettim.

Milyonlarca hayalim vardı. Hepsini bir kutuya kaldırdım geçen gün. Kutu da öylece duruyor bir köşede.
Kış bunalımım geçsin, yeniden açacağım kapağını.
Bunalmayı sevmiyorum. Ergenliği yine iyi geçirmişim ben.

Koskoca yılbaşı geldi, ben bir çam ağacını kuramadım. Yılbaşında ne yapacağımız da belli değil. Zaten sınavlarım da var.
Bence şartlar bunalıma girmek için fazlasıyla uygun şu ara.
Bu odada bunalıma girmemi istemeyen tek kişi benim galiba.

Daha da güzeli, gün geçtikçe insanların benden beklentileri artıyor. Ben de bu artışa doğru orantılı bir biçimde kendimi bok gibi hissediyorum.
İşte anca gelip buraya salak salak dert yanıyorum.
Omlet ve ojeden bahsetseydim daha mı iyiydi acaba ?

"- Of ya görmediğim her anda özlüyorum onu. Ayrıyken sürekli sesini duymak istiyorum. Sanki bağımlı oldum ben." dedi.
"- Yok ben daha fazla dayanamıyorum." diye rest çektim.

En çok kendimden bıktım galiba. Ve kaçamıyorum da. Sapık gibi her yere benimle geliyor şerefsiz.
İşte bu durumda en kötüsü de yazmak oluyor. Kendinle en çok yazarken başbaşa kalıyorsun. Ve bir yerden sonra bu zorunlu başbaşalığa dayanamıyorsun.
Ben dayanamıyorum şu an mesela.

"- Eminim bir gün sen de sevebileceğin birini bulacaksın Dif." dedi.
"- Tabi, katil olup da hapislere düşmezsem." diye umut ettim.

Öpüyorum hepinizi.


Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Aralık 13, 2010

kafayı çalıştırmak lazım bazen...



Onlara sorsam, yalan söyleyecekler yine. Malum.
Muhtemelen senin beni hala çok sevdiğinden falan bahsedecekler.
Unutamadığını, e zaten haliyle hiç unutamayacağını falan anlatacaklar uzun cümlelerle.
Bir kelimesine bile inanmadıkları uzun cümlelerle.

Sormam.
Salak değilim.

Beni unutma ihtimalinin olmadığını birilerinin bana anlatmasına ihtiyacım yok. Öyle bir ihtimal yok çünkü.
Mutlu olmadığını kimsenin bana ispatlamaya çalışmasına gerek yok.
Olmayan bir şeyi ispatlayamazsın.
Labda bunu öğreniyoruz biz.

Kimseye bana baktığın gibi bakmayacakmışsın, kimseye bu kadar değer vermeyecekmişsin.
Dürüst olalım, kimin umrunda ?
Benim değil, bence senin de değil.
Hele onun hiç değil.
Olsaydı, yanında olmazdı.

Kimseye sormama gerek yok, bizim başka olduğumuzdan falan bahsetmemin anlamı yok.
Çünkü öyle değil, dışına çıktığında anlıyorsun bunu.
Dışına çıktığında aslında diğerleriyle aynı olduğunuzu farkediyorsun.
Tahminen sen de farkettin bunu.
Farketmediğini düşlemek anlamlı değil.

Onlara sormama gerek yok, daha fazla yalan dinlememe gerek yok.
Çektiğim acıyı azaltmak için bu yalanlar, sonuçsuz çabalardan fazlası değil.
Ama anlamlı da değil.
Bu yalanları dinleyecek gücüm yok.
Kendime yalan atacak kafam yok artık.

Çok masal dinledim ben.
Çok masala inandım.
Çok masal biliyorum ben.
Senden sonrakileri yıllarca uyutacak kadar çok.
Kendimi yıllarca uyutabildim bu masallarla oğlum. Boru mu ?

Ben bir inancın yıkılışını izlemiş kadınım. Aslanım kaplanım.

Bana fotoğraflarındaki suratının bir maskeden ibaret olduğunu söylüyorlar.
Mutlu değilmişsin, gözlerinden belliymiş.
Benimle olduğun gibi değilmişsin artık. Abartıyorum, acı çekmemek için bana dair herşeyden kaçıyormuşsun.
Benim bu yalanlara ihtiyacım yok, iyi niyetli olsalar bile.

Bunlar merhem olmaz koçum. İşe yaramaz.
Tıp çaresiz bu konuda.

Aynı geyikleri onunla yapmadığını düşünmem için hiçbir sebep yok.
Onunla o kadar eğlenmediğini düşünmeme gerek yok.
Onu... veya seni düşünmeme de gerek yok.
Kurduğum krallığın kralını yargılayıp astım ben. Şimdi okuduğun satırlar böyle birinin elinden çıkma.
Onu bilerek oku. Kendimi kandırmıyorum ben.

Kimseye bir halt sorduğum yok. Kimsenin fikrine ihtiyacım yok.
Acı çekmemem için uyutulmam gerekmiyor.
İnsanların bana kıyamadıkları için felaket senaryoları kurmalarına gerek yok.
Kimseyi zor durumda bırakmak istemiyorum.
Aciz değilim.
Senden bir adım önde olduğumu düşünmüyorum, bunun hayalden öteye geçmeyeceğini biliyorum.
Benden daha kör olsaydın orada olamazdın.

Gerçek olan tek şey, şu an ne bok yediğine dair hiçbir fikrim yok.



thegirlinthebigbox

Pazar, Aralık 12, 2010

7 maddede 10 gün...



1 ) Alerji :
Türlü çeşit savunma taktiği olan vücudumuzun garibandan hallice zararsız maddelere verdiği tepki. Bu tepkiler bağışıklık sisteminin kapasitesine göre ve hassasiyetin mevcut olduğu maddeye göre değişebilir, ancak temelde kişi üzerinde bir şok etkisi/bünye üzerinde bir kendini-yoketme etkisi yaratır. Vücudun kendi kendine -durduk yere- verdiği bu amansız tepkilerden ve bunların etkilerinden kaçınmak için veya zararın neresinden dönülse kar zihniyetiyle iyileşebilmek için (ki ortada bir hastalık da yok ama neyse) antihistaminikler kullanılır.
Antihistaminikler uyku yapar, günde 18 saate kadar uyutabilir.
Benim gibi ölümden dönüp 10 gün evde kapalı kalmak istemeyen kişilere acilen bir alerji testi yaptırıp ona göre yaşamaları önerilir.

2 ) Film :

Kamera yardımıyla, bir yönetmen eşliğinde, hazır bir senaryoyu oynayan oyuncuların çekilmiş ve düzenlenmiş görüntüleridir. Pek çok alt türü bulunmaktadır.
Evde kapalı kalmak mecburiyetinde olan veya ağrı/sızıdan dolayı uyuyamayan kişilere tarafımca önerilir. Zihin kapasitesini arttırdığı ve hayat görüşü üzerinde pozitif etkisi olduğu gözlenmiştir.

3 ) Okul :

Eğitim ve öğretim kurumu. Ağır hastaysanız gitmek mecburiyetinde değilsinizdir, devamsızlık kapıya dayanana kadar.
Devamsızlık kapıya dayanınca şiş suratla konuşamayacak halde bile olunsa gidilmelidir. Gidilecektir.

4 ) İstanbul :


Türkiye'nin en güzel şehirlerinden biridir. Önümüzdeki hafta yeniden-hayata-dönme hediyesi olarak gidilecektir.

5 ) Bonibon :

Neşe kaynağıdır. Küçük, renkli şekerle kaplanmış çikolataların psikolojimiz üzerindeki etkisi yadsınamazdır. Öyledir.

6 ) Agatha Christie :


Artık klasikleşmiş bir polisiye roman yazarıdır. Uyuyamayan kişiler tarafından okunabilir. Uygundur.

7 ) Evde zaman geçirmek :

Kişinin kendini geliştirmesi için son derece uygun bir ortam. Ancak kişi yeterince geliştikten sonra artık evden çıkmalı, okula gitmeli, arkadaşlarıyla buluşmalı, hayata katılmalıdır. Zira yakında eve sığmayacaktır.



Luxcarlay

Perşembe, Aralık 09, 2010

"New York, I Love You" - Official Trailer [HD HQ]



Şehrin bir yerinde mi saklanıyor aşk ?
Yoksa önemli olan içinde yaşadığın şehre aşık olabilmek mi ?

Eminim bu filmi izleyeniniz vardır. Kendinizi hangi hikayeye daha yakın hissettiniz ?


Salı, Aralık 07, 2010

varolmak - varolamamak - var sayılmak : varsayımlarım...



"- Neredeyiz ?"
"- Doğum bölümünde sanırım. Yeni doğanlar şu tarafta galiba."
"- Her cümlen de varsayım içeriyor."
"- Senin de her cümlen beni iğneliyor."
"- Şu hemşire bizi farketsin o zaman görürsün iğneyi."


Aydınlık hemşire odasının kapısından içeri uzattık kafalarımızı. Uslu uslu masasında oturmuş sabah çayını içen hafif toparlak hemşireye baktım.

"- Bizi görmüyorlar Mikado." dedim.
"- Sen de iğneyi göremeyeceksin desene."

Buyük camları olan çift kanatlı kapıdan geçtik, koridorda ilerlemeye devam ettik.

"- Peki sence biz aslında neredeyiz ?"
"- Bilemiyorum. Benim hafızamda olabiliriz sanırım."
"- Varsayımlar hayatımızın gerçeği oldu yani."
"- Şu an gerçekte de burada olabiliriz Mikado."
"- Kim bilir ? Belki de gerçekte biz yokuz ve akıllının birinin zihninde dolanan iki adet yansımayız. Uyumsuz bir çiftiz gerçi, neden bizi yaratmış ki ?"
"- Geç dalganı geç."


Yanımızdan geçenlerin bizi farketmemesine giderek daha fazla alışarak koridorun sonuna geldik. Birden gördüm onları ;

"- Bak oradalar." dedim.
"- Kimler ?"

Uzun boylu, 20'lerinin sonlarında bir gençle kısa boylu, üzerinde hastane kıyafetleri olan topluca bir genç kız büyükçe bir camın önünde dikiliyorlar, merakla içeri bakıyorlardı. Önünde dikildikleri cam devasa bir vitrindi aadeta, yeni doğan minicik bebeklerin sergilendiği bir vitrin.

"- Bak." diyordu genç kız. "Ne kadar uzun kirpikleri var."

Kızın bakışlarını takip ederek bahsettikleri bebeği buldum gözlerimle. Ufacık, cılız bir şeydi. Bembeyaz, ölü gibi yüzünden kablolar çıkıyordu, sanki biyonik bir bebekti. Bir deney sonucu elde edilmiş yarı insan yarı oyuncak bir bebek.

Genç çiftin az ilerisinde orta yaşlı iki kadın da dikiliyor ve aynı bebeğe bakıyorlardı. Kadınlardan topluca olanı baktı baktı;

"- Cık." dedi. "Yaşamaz bu. Bizim kız pek bağlanmasa bari bebeğe."

Daha uzun boylu ve daha modern giyimli olanı ;

"- Niye öyle diyorsun canım ? Allah'tan umut kesilmez." dedi dalgın dalgın. Besbelli o da Allah'tan kesmediği umudu bebekten çoktan kesmişti.

"- Saçları çok gür olacak."
dedi genç kız bebeğe huşuyla bakarken. Onun bebeğine olan inancı tamdı. Plastik bir oyuncaktan farksız bebeğinin yaşayacağına inanan oradaki tek insandı muhtemelen.

"- Evet." dedi yanındaki genç adam biraz buruk bir sesle. Karısının inancını paylaşmak için ne kadar çabaladığı belliydi. İmkansıza inanmak istiyor ancak içten içe ufak bebeğiyle vedalaşıyordu. Elinde olmadan.

"- Bu bebek... yaşıyor mu ?"
diye fısıldadı Mikado bana doğru eğilerek.
"- Evet." dedim.
"- O zaman fazla sürmez, yazık. Kız çok üzülecek." dedi üzgün bir fısıltıyla.
"- Üzülmeyecek." dedim.
"- Hislerini anlıyorum Dif, ama bu bebek yaşamaz. Yaşayamaz."
"- Yaşayacak Mikado."


Geri çekilip gözlerini kısarak baktı yüzüme.

"- Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ?"

Bense hala o genç karı kocaya bakıyordum.

"- Çünkü o bebek benim. Onlar da annemle babam."


Mikado'nun şaşkınlığını yüzüne bakmadan da görebiliyordum.

"- Bana bir tek o inanmış Mikado."
dedim gözlerimi genç kıza dikerek. "Herkesin ümidini kestiği anda bile o bana inanmaya devam etmiş. Doktorların bile vazgeçtiği anda o benim yaşayacağıma inanmış."

Nefes bile almaya korkarak genç çifte, orta yaşlı kadınlara ve yeni doğan ölüden farksız bebeğe bakıyorduk.
Orta yaşlı kadınlar genç çifte, genç çift de bebeklerine bakıyordu.
Bebekse bizlerden habersiz, uyumaya devam ediyordu. Kimbilir ne rüyalar görerek ?



Luxcarlay

Pazar, Aralık 05, 2010

Cumartesi, Aralık 04, 2010

ben gitmem gereken zamanı hiçbir zaman bilemedim...



Eskimiş, yıpranmış devasa deri çantayı elime tutuşturdu ;

"- İhtiyacın olacak her şey bunun içinde. Şimdi git nereye gitmek istiyorsan." dedi.

Bir elimdeki tahmin ettiğimden daha hafif olan kahverengi çantaya baktım, bir de onun çoktan bana veda etmiş ela gözlerine. Benimle daha önce vedalaşmıştı o gözler sanki, ben çoktan gitmiştim sanki.

Ayak parmaklarımın ucunda yükselerek boynuna sarıldım, hafif sakallı yanağından öptüm. O da beni iki yanağımdan öptü önce, sonra küçüklüğümde hep yaptığı gibi alnımdan ve gıdımdan da öptü. Sonra sırtıma pat pat vurup ;

"- Hadi hadi sallanma artık." dedi.

Başımla onayladım, arkamı dönüp basamaklardan indim. Birkaç adım attım, sonra geri dönüp baktım onu bir defa daha görebilmek için.

O ise gitmişti.

----

Bir süre yürüdüm boş boş.

"- Nereye gidiyoruz ?" dedi Mikado.
"- Olmamız gereken yere." diye yanıtladım yürümeyi sürdürerek. Gerçekte ise hiçbir fikrim yoktu.
"- Nereye gittiğimizi bilmiyorsun değil mi ?" diye sordu bu defa.
"- Evet." dedim çaresizce. Foyam meydana çıkmıştı.
Gözlerini devirerek pofladı. O an ben de kendime aynısını yapabilmek istedim.

----

Öğlen güneşi tepemde soğuk soğuk parıldarken yanından geçtiğim bir bahçenin duvarına oturdum. Elimdeki çantanın patlamaya yüz tutmuş fermuarını zorlukla açtım. İçinde bir dosya vardı, eskiden açık pembe olduğu belli olan ama artık sarıdan hallice bir renge bürünmüş karton, kabarık bir dosya. Onun dışında çantanın içi boştu.

"- Bu ne böyle ?" dedi Mikado eğilip dosyaya yakından bakarak. O dosyanın ne olduğunu biliyordum.
"- Benim doğum dosyam. Ben doğduğum zaman hastanede tutulmuş olan dosya."
"- Çok ilginç." dedi elimden alıp incelemeye başlarken.

Ne yani, ihtiyacım olan tek şey bu doğum dosyası mıydı ? Bunun bana ne faydası olacaktı ki ?

"- Bak Dif, doğduğunda ayağın bu kadarcıkmış. Çok komik ya."
"- Evet Mikado."


Dosyanın kapağında yazan isim ilişti gözüme.

"- Bak burada saat kaçta doğduğun da yazıyor. Sabah 8'de doğmuşsun sen. Ne dakiksin be."
"- Nereye gideceğimizi biliyorum."
"- Sanki doğup derse yetişecekmişsin ha."
"- Mikado nereye gideceğimizi biliyorum."


Başını kaldırdı, şaşkın şaşkın baktı bana.

"- Hayrola, aydınlandın mı ?"
"- Kalk hadi."


----

Oturduğumuz duvara en yakın otobüs terminalinden sekiz saat uzaklıktaki diğer otobüs terminalindeydim ertesi sabah.
Saat tam 8'de de o an olmam gereken yerde.
Doğduğum hastanenin önünde.

"- İşte." dedim Mikado'ya. "Buradan başlayacağız."
"- Çok merak ediyorum, acaba hangi çok mantıklı ve yüce nedenden dolayı burayı seçtin ?"

Önümde yükselen dış cephesi yeni boyanmış eski binaya baktım.

"- Çünkü daha önce de buradan başlamıştım." dedim.



Luxcarlay

Cuma, Aralık 03, 2010

the cardigans - communication



(bkz. günün şarkısı)


For 27 years I’ve been trying to believe and confide in
Different people I’ve found.
Some of them got closer than others
And someone wouldn’t even bother and then you came around
I didn’t really know what to call you, you didn’t know me at all
But I was happy to explain.
I never really knew how to move you
So I tried to intrude through the little holes in your veins
And I saw you
But that’s not an invitation
That’s all I get
If this is communication
I disconnect
I’ve seen you, I know you
But I don’t know
How to connect, so I disconnect

You always seem to know where to find me and I’m still here behind you
In the corner of your eye.
I’ll never really learn how to love you
But I know that I love you through the hole in the sky.

Where I see you
And that’s not an invitation
That’s all I get
If this is communication
I disconnect
I’ve seen you, I know you
But I don’t know
How to connect, so I disconnect

Well this is an invitation
It’s not a threat
If you want communication
That’s what you get
I’m talking and talking
But I don’t know
How to connect
And I hold a record for being patient
With your kind of hesitation
I need you, you want me
But I don’t know
How to connect, so I disconnect
I disconnect.

Pazartesi, Kasım 22, 2010

heisenberg ve schrödingerle difin vaziyeti üzerine...



"- Biz ne yapıyoruz burada ?"

Bir adam tanıdım ben. Tanıdım dediğime bakmayın canım, kim kimi gerçekten tanıyabilmiş ki şu hayatta ? Lafın gelişi işte. Geliş yönü belli olan ama gidişi meçhul tüm laflar gibi. Benim laflarım gibi, beynimden fışkırıp parmaklarımdan süzülen saçmalıklar. Saçmalayamamaktan ileri gelen fazlalıklar.

"- Cidden, biz ne yapıyoruz burada ?"

Evet, bir adam vardı. Aslına bakarsan hala var. Hep olsun zaten o adam. Bir türlü adam olamayanlara inat bir yerlerde hep varolsun o adam. Benim yanımda olamıyor ya, ona inat, bir yerlerde bir köşede varolsun.
Aynı dünya üzerinde yürüdüğümüzü hep bileyim ben, hep varolsun. Gerekirse sadece içimde varolsun ama hep olsun.

"- Dif kuzum, ne yapıyoruz biz burada ?"
"- Sus Mikado."

Gözleri güzel, elleri güzel, dudakları güzel. Hayır, en çok beyni güzel o adamın. Nasıl çalıştırması gerektiğini bildiği beyni "benim!" diyen güzellere bin basar o adamın. Oksijen israfı olarak etrafta gezenlerden, kendine ait bir tutam düşüncesi olmayanlardan, beynini uyuşturmayı seçmişlerden farklı bir güzelliği var onun.
Güldürürken düşündürenlere benzer, düşündürdükçe güzelleşen bir adam bu.

"- E yeter ama, daraldım ben burada."
"- Biraz dayanırsan seni biriyle tanıştıracağım."


Fiziksel dünyada benden çok uzaklarda, içimdeyse bana çok yakınlarda... Nerede olduğunu tam olarak bilemesem de, buralarda bir yerde işte. Zihnimin bir köşesinde, eli ruhumun üzerinde.

"- Bu ücra yerde mi bu kişi ?"
"- Kimse görmesin diye buraya koydum onu."
"- Arada bir buraların tozunu al bari."


Heisenberg'in belirsizlik ilkesi yönetiyor bu adamla ilişkimi. Çekirdeğin etrafında kendi spinleri üzerinde hareket eden elektronların aynı anda konumlarının ve hızlarının bilinememesi gibi bir ilişki. Onun içindeki yerimi ve onun bana olan hislerini aynı anda bilememem gibi.
Neler olup bittiğine dair bir fikrim olamaması gibi.
Belirsizlik... Gibi...

"- Ben buraya daha önce hiç gelmemiştim Dif."
"- Merak etme, ben de yaklaşık yüz yıldır falan gelmemiştim."
"- Zihninin tam olarak neresindeyiz şimdi ?"
"- Çok çok derinlerdeyiz sanırım. Yerimizi ben bile kestiremiyorum şu an."
"- Dönüş yolunu bulabilirsen sevinirim."


Schrödinger'in deneyi gibi. Kutuyu açmadığım sürece kedi %50 ölü, %50 diri.
Kutuyu açmadığım sürece onun için/onun hayatında %50 varım ben, %50 yokum. Oranlar sürekli değişiyor aslında, ama kesinlik hiçbir zaman sağlanamıyor.
Kutuyu açmadığım sürece.

"- Daha çok var mı ?"
"- Geldik sayılır."
"- Hakikaten iyi saklamışsın, burada kimse bulamaz onu. Mezarlık gibi burası be."
"- Evet, anı mezarlığı."
"- Bilinçaltına sıçayım senin."
"- Terbiyeli ol Mikado."


Küçüklüğümden beri hayal gücümün çok güçlü olduğunu söylerler, ne derece doğrudur bilemem. Ama hayal kurmayı hep sevdim, hala da severim.
Kutuyu açmadığım sürece hayal edebilirim.
Oranlar değişir, ben olası olanları hayal ederim. Edebilirim.
Hayır, ruh veya akıl hastası değilim. Gerçeklik algılarımın maaşallahı var. Hayal kurmayı hobi olarak yaparım ben.
Kutuyu açmadığım sürece hayal edebilirim.

"- İşte orada."


Benim o kutuyu açmaya hiç niyetim yok.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Perşembe, Kasım 18, 2010

mikado'nun ininde...



Bana yardım edebilecek tek kişiydi o bunca sene sonra. Mikado.

Karmakarışık kafam, karmakarışık duygularım... Zehirli düşüncelerim beynimden taşmış, artık kanımın yerine damarlarımda akarken...
Baktığım her güzellikte bir leke görürken, duyduğum her güzel sözde bir küfür duyarken...
Her şey gözlerimin önünde soluyor, ölüyor, çürüyor, yok oluyor.
Hepsinin bir sonu var, herkesin bir sonu var, biliyorum. Onlar çürürken üzerlerinde yaşam bulacak kurtçukların gelişlerini hissedebiliyorum. Onlar çürürken çıkacak zehirli gazların kokularını alabiliyorum. O mide dayanmaz görüntülerini kafamın içinde görebiliyorum.
Hangi güzelliğe bakarsam bakayım bir süre sonra dayanamayıp kusuyorum.
Gözlerimin önünde çürümekte olan hiç bir güzelliği sevemiyorum.

Önce gözlerimde bir sorun olduğunu düşündüm. Raistlin'in gözlerini bir lanet olarak üzerime almış olabilir miydim ? Yakın zamanda bana lanet edip tepeme kara bulutlar çöktüren biri de vardı hem.
Ama o çürüme/kokuşma sadece gözlerimden iletilmiyordu karmakarışık beynime, kokusunu da duyabiliyordum. Belki benim üzerimdeki lanet koku duyumu da kapsıyordu Raistlin'inkinden farklı olarak. Daha güçlü bir lanet, daha büyük bir suç işlediğim için...
Hayır, bu da değildi. Her sözde bir küfür duyuyordum aynı zamanda, her kahkaha bir bela okumaydı benim için. O zaman kulaklarımda da bir sorun olmalıydı.
Veya direk beynimde.

Gittiğim nöroloji uzmanı "Hayır." dedi. "Algılarında bir problem yok, sadece kafan karışmış senin biraz."

"- Peki ama neden ?" dedim.
"- Bunun daha içeride bir nedeni olmalı." dedi gözlerini kocaman açarak.

Ardından tek tek tüm ana bilim dallarını ve uzmanlarını gezdim. Hepsinin yanıtı aynıydı;

"- Burada bir sorun yok, başka bir yerlerde olmalı."
"- Nerede peki ?"
"- Bilemiyorum."
"- Bin yıl tıp okudun da hala mı bilemiyorsun ?"
"- Sus, kesmeyeyim o dilini."
"- Peki."

Kafam anlamsız sağlık sorunumla gardrobumdan beter hale gelmiş vaziyette etrafta gezinirken rastladım Mikado'ya. Bir çırpıda anlattım durumu.

"- Benimle gel."
dedi.

Birlikte izbelikten beter evine gittik. Daha önce bir veya iki defa gelmiştim buraya, beynimin en kuytu köşesine. Ruhumun kanalizasyon hattıydı burası. Burada yaşıyordu Mikado.

Harap haldeki masanın başına geçti, kırılmak üzere olan sandalyeye oturdu. "Oraya ben otursam kesin kırılırdı." diye düşündüm. "Ne de olsa benim kütlem var, onun yok."

"- Çıkar." dedi.
"- Destur." dedim.
"- Çıkar şu kalbini Dif. Görmem lazım." dedi.
"- Bunu düşünmem lazım." diye cevapladım.
"- Neden ?"
"- Çünkü kalbimi daha önce kimseye göstermedim."

Bunalmış bir ifadeyle baktı yüzüme.

"- Pekala." dedim.

Elimi bluzumun içine soktum, artık sessiz sedasız atan kalbimin yerini zorlukla buldum. Derin bir nefes aldım ve söktüm yerinden. Beklediğimden daha az canım yandı, mutlu oldum gereksiz yere.
Mikado'ya uzattım kapkara, kurumuş, taşlaşmış kalbimi.
Kalbimin rengini ve son halini gördükten sonra belli etmemeye çalışsa da biraz şaşırdı.
Aldı, incelemeye başladı.

"- Çok normal." dedi sonra.
"- Nasıl yani ?" dedim.
"- Artık çürümeye başlamış kalbin. Bunu farketmedin mi ?"
"- Hayır." dedim hayret içerisinde. "Ben sadece kararıp kuruyacak sanıyordum."
"- Senin kalbin öldü Dif." dedi Mikado, hasta yakınlarına acı haberi veren bir doktor edasıyla. "Zaman içinde çürüyeceği belliydi zaten. Artık çürümeye başlamış. Bu nedenle her şey gözlerinin önünde çürüyor. Hiçbir güzelliği göremiyorsun artık."

Ona verecek cevabım yoktu. Ben de sustum.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Kasım 15, 2010

derinliğine -hubble dahil- kimse teleskop olamadı...



Bandırma'dayım. Yine eve döndüm.
Evde olmak müthiş bir şey. Dört bir yanının aile bireyleriyle sarılmış olması müthiş bir şey.
Aileni özlemiş olmak müthiş bir şey.
Bu duygunun bu kadar kıymetli olduğunu bilmezdim.

Ailemize gören gözlerle baktığımızda özleyebiliyoruz onları, bence.
Gözlerimizin önünde kimse perde göreviyle dikilmediğinde.

İnsanın hayatındaki kişinin duvar yerine kolon olması lazım bence. Engel değil destek.

Hayatımdaki adamı bu yüzden seviyorum.

"- Ey düşünce akışına kurban olduğum, Bandırma'yla girdin heriften çıktın."


Yaa yaa. Nereden nereye, değil mi ama ?



Bir insanı olduğu gibi sevmek... Böyle sanki dehşetengizden hallice gibi bir durum. Hele bazen öyle anlar geliyor ki gözünü mü kör etsen, saygı mı duysan, kendin için mi kaygılansan bilemiyorsun.
Yani genelde ben bilemiyorum.
Böyle beynimin bir tarafı -son derece sinsi bir tarafı- bir köşeye pısmış, tetikte bekliyor. "Bir abukluk olsa da paranoyaya başlasam." diye. Hayır abukluk olmuyor mu ? Olmaz mı, her dakikamız ayrı bir heyecan zaten anasını satayım. Üstelik genelde bu olduğu-gibi-sevme işini çözdüğümü düşündüğüm sayılı ve çok değerli anlarda oluyor bu abukluklar. İnşası yeni bitmiş son teknoloji ürünü akıllı binaya çarpan hortum gibi dümdüz edip geçiyorlar zavallı beynimi.
Bu da bir haldir, deyip geçiyorum. N'aparsın işte.

Oluğu gibi sevmekten çok sevdiğin gibi olmasını istemeye kayar bir dengesi var insan ilişkilerinin.
Denge sabitimizin işareti ters yönlü olsa, olabilse keşke.

Gökyüzünü gözleyesim var bu aralar. Bana bayram hediyesi bir dandik teleskop alın gözünüzü seveyim. Lazım çok.

Çok saçma bir yazı oldu bu, farkındayım.

Mutlu bayramlar.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Çarşamba, Kasım 10, 2010

bir beynin kemirilme süreci ve bu eylemin insan üzerindeki etkileri...



"- Ruhum yorgun resmen. Kendimi 35 yaşında yeni boşanmış bir kadın gibi hissediyorum." dedim.
"- Ay sen zaten bu yaşta bir tuhafsın. Şu haline bak. Bu gidişle boşanamayacaksın da, kimse almaz artık seni çünkü." dedi.

Sus rica ederim, dedim.

"- Her şey bu kadar yolunda giderken niye hep bir şeyler eksik gibi hissediyorum ? Sanki çok mühim bir nokta var ve ben onu hep kaçırıyorum." diye yakındım.
"- Durduk yere dert edinmen lazım tabii, ondan böyle hissediyorsundur. Bir derdin olmayınca eksikmişsin gibi geliyor sana." dedi.

Allah aşkına, dedim. Sus n'olur.

"- İhtiyacım olanın bu olduğunu biliyorum ve bu şekilde mutluyum. Ama bazen çok karışıyor kafam, hata yaptığımı düşünmeden duramıyorum bazen." dedim.
"- Valla kendin bilirsin. Soktun burnunu bir boka, eşin dur işte içinde. Senin de aklın başına gelecek amaaaa..." dedi.

Tamam anladık uzatma, dedim.

"- Sürekli yeni planlar yapıp bozuyorum. İşin tuhaf yanı her plan bir diğerinden daha mantıklı oluyor ama vazgeçiveriyorum ondan da." diye bildirdim.
"- Senin bir şey yapmaya niyetin yok ki. Bir işin de sonunu getirebilsen dişimi kıracağım." diye cevapladı.

Ama yeter yahu sus, dedim.

"- Yapmam gereken çok şey var ama nereden başlasam bilemiyorum. Bu arada yaptıklarımdan memnunum ama nedense hep daha iyisini yapabileceğimi düşünüp kendimi eksik görüyorum." diye açıkladım.
"- Tabii daha iyiye yönelmen de bir başlangıç. Her ne kadar bir haltı beceremesen de..." dedi.

Eah bıktım ama susuver iki dakika, dedim.

"- Boyumdan büyük işlere kalkışıyorum hayatımın her alanında. Ama bence ben bunların üstesinden gelebilecek kadar güçlüyüm." diye önerdim.
"- O gücün de bir sınırı var biliyorsun değil mi ? Önce elindekileri bir hallet, hayatını yoluna koy da sonra yeni arayışlara gir. Yoksa yine yerden kazıyacağız seni" buyurdu.

Tamam kapa çeneni bir zahmet, dedim.

"- İşte vaziyet bu, sen ne düşünüyorsun bu planlarım hakkında ?" diye sordum.
"- Ne yalan söyleyeyim senden bir bok olmaz. Hiç kafa yok sende maaşallah." diye belirtti düşüncelerini.

Ağzının ortasına iki çakmadan susmayacak mısın sen be ? dedim.

Demedim, diyemedim. O yüzden hala konuşuyorlar.

Biraz daha yapıcı olamaz mısınız, çok rica etsem ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Kasım 08, 2010

çalışmak kafa yorar...



Çok değerli hayatımın çok kıymetli 24 saatini sattım, şu an cebimde fazladan bir 70 lira var.
İçimde büyüyen bir özgüven mevcut. Bunun yanı sıra önümüzdeki birkaç haftayı düşündükçe içim huzur doluyor. İki gün öncesine kadar Aralık 5'e kadar aç yaşamam gerektiğini düşünüp panikliyordum, şimdi tam tersi, mirasa konmuşum gibi bir hava var üstümde.
Halbuki miras da değil, alın teri.

Evet, ben bu hafta sonu boyunca -günde 12 saat olmak üzere- çalıştım millet !

"- Her haltı da böyle abartırsın zaten. Ne var, biz her gün çalışıyoruz, bunu bildirme gereği duyuyor muyuz ?"

Tamam sustum.

Salı, Kasım 02, 2010

dido - hunter



(bkz. günün hatta ayın şarkısı)

With one light on
In one room
I know you're up
When I get home
With one small step
Upon the stair
I know your look
When I get there

If you were a king
Up there on your throne
Would you be wise enough to let me go
For this queen you think you own

Wants to be a hunter again
I want to see the world alone again
To take a chance on life again
So let me go...

The unread book
And painful look
The TV's on
The sound is down
With one long pause
Then you begin
Oh look what
The cat's brought in

If you were a king
Up there on your throne
Would you be wise enough to let me go
For this queen you think you own

Wants to be a hunter again
I want to see the world alone again
To take a chance on life again
So let me go
Let me leave

For the crown you've placed upon my head
Feels too heavy now
And I don't know what to say to you
But I'll smile anyhow
And all the time I'm thinking
Thinking...

I want to be a hunter again
I want to see the world alone again
To take a chance on life again
So let me go


Cumartesi, Ekim 30, 2010

bir gülümsemenin dif üzerindeki etkisi...



Sadece bir gülümsemeyle beni mutlu edecek insanlar istiyorum hayatımda, etrafımda, çevremde.
Sadece o gülümsemeyi yüzlerinde görebilmek için bir şeyler yapmak istiyorum. O gülümseme için saatlerce şaklabanlık yapmak, olur olmaz saçmalamak, çok doğru kararlar vermek, kendimi her alanda geliştirmek, kendime yeni bir hayat kurabilmek. Sadece o uğruna ölünesi gülümseme için.
Etrafımdaki herkes gülümsüyor çoğunlukla, ben de onlarla birlikte gülümsüyorum. Ama bazıları var ki onlar beni gülümsetebiliyorlar. Onlar o kadar özel ki onların gülümsemeleri bende de gülümseme isteği uyandırıyor, onların gülümsemeleri güneş gibi parlıyor o gün üzerimde. Ben o an sadece onların gülümsemeleriyle mutlu oluyorum.
Her zaman benim sayemde gülümsemiyor bu insanlar, ama bunu umursamıyorum. Herhangi bir şeye gülümsüyor/gülüyor olabiliyorlar o anda, ama benim için tek önemli olan o anın olabildiğince uzun sürmesi oluyor. Bazen o anı uzatabilmek için çabalıyorum, bazen de sadece yaşayabilmek için. Bazen tek önemli olan o an onların gülümsemesi oluyor.
Ve ben gerçekten sevdiğim insanları bu yolla diğerlerinden ayırabiliyorum.

Benim böyle insanlarım var.
Sadece sevgili değil onlar, arkadaş, yakın arkadaş, aile, hatta bazen sadece çevre. Ama onlar her şey aslında, onlar en çok dibe vurduğum anda devam edebilmeme sebep olabilecek olanlar. Kim oldukları önemli olmuyor çoğu zaman, kimim oldukları da, hatta aramızdaki mesafe de... Tek önemli olan onları gülümsetebilmek oluyor, çünkü çoğu zaman sadece böyle mutlu oluyorum ben.
Bağımlıyım onlara, varlıklarına. Beni sadece bir gülümsemeyle mutlu edebilen insanlarıma bağımlıyım ben.

Bazıları kendilerinden bahsettiğimi biliyor, bazıları bilmiyor. Bazıları hissediyor/seziyor ama konduramıyor.
Sevdiğini söylemekten korkan biri değilim ben, çünkü sevdiklerim beni mutlu ediyor, edebiliyor.

Derinlemesine sevebileceğim insanlar istiyorum. Gülümseyerek beni mutlu edebilecek, o gülümseme için dağları devirebileceğim... Takılıp kaldığımda, yarım bırakıldığımda, bir yerlerde bir şeylerin dibinde sıkıştığımda devam etmemi sağlayacak insanlar onlar.
Benim böyle insanlarım var, bir sürü hem de. Ve eminim ki daha da çoğalacaklar.

Beni sadece bir gülümsemeyle bile mutlu edebilen insanlarım, pek çok şeyi sadece sizleri gülümsetebilmek için yaptım, daha da yaparım. Sayenizde Agape'yi her gün derinden yaşıyorum, her gün yeniden doğuyorum.
İyi ki varsınız.




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

bir besin maddesi olarak müzik #2



Parçalar ne kadar eski olursa olsun, yeni keşfedilen her müzik/müzik türü/grup/sanatçı bana taptaze geliyor nedense. Üstelik bazen ilk parçalarını dinlerken anlamsız bir heyecana da kapılıyorum. Hatta bir acayip merak eşlik ediyor bu heyecana, hani "acaba bu defa ne cins duygular tadacağım ? bende nasıl çağrışımlar yaratacak bu parça ?" gibi. İşte, şuur eksikliği böyle bir şey.
Bazen bir yerlerde denk geliyorum grubun/sanatçının ismine, heyecanla aratıyorum bir yerlerde, buluyorum. Bir hışım başlatıyorum parçayı, birkaç saniye sonra o hışımdan eser kalmıyor. Yerini hayal kırıklığı - bir şans daha verme arzusu karışımı bir his alıyor. Genelde "bir şans daha ver be bacım" tarafım daha ağır basıyor, listelerden birine daha sonra tekrar dönmek üzere atıyorum parçayı. Dönüp dönmeyeceğim belli olsa keşke...
Bu bizim sinema dilinde "mutsuz/belirsiz son" dediğimiz cinsten olanlar. Bir de daha farklı sonuçlanan hikayeler oluyor, Hooverphonic ve ben gibi.

Yine rastgele tanıştığım bir trip-hop grubu Hooverphonic. Daha önce de belirttiğim gibi trip-hop'a doğru yüksek ivmeli bir kayışım var şu ara, bilinmez neden.



Belçikalı bir grup olan Hooverphonic, 1995'te Sint-Niklaas'da kurulmuş. Vokalde akıl almaz sesiyle Liesje Sadonius, bas ve programda Alex Callier, klavyede Frank Duchéne ve gitarda Raymond Geerts yer alıyor.
İlk defa geleneksel bir açık hava festivalinde ortaya çıkan grup ilk albümünü 1996 senesinde Sony BMG'den çıkardı. Bu albümde yer alan 2 Wicky adlı parça daha sonra Stealing Beautiy adlı Bernardo Bertolucci filminde soundtrack olarak kullanıldı ve bu olay grubun kariyerinde bir kilometre taşı oldu.
Stealing Beauty filminden sonra pekçok dizi, televizyon şovu, reklam filmi ve filmlerin müziklerini yapan grup son albümünü 2007'de piyasaya sürdü.
2008'in sonunda Geike Arnaert'in gruptan ayrılmasıyla duraklama devrine giren grubun yeni bir vokal seçip seçmediği henüz bilinmiyor.





Stüdyo albümleri ;

-> A New Stereophonic Sound Spectacular (1996)
-> Blue Wonder Power Milk (1998)
-> The Magnificent Tree (2000)
-> Hooverphonic Presents Jackie Cane (2002)
-> No More Sweet Music (2005)
-> The President of the LSD Golf Club (2007)






Keşfettikten hemen sonra sardığım nadir gruplardan biri Hooverphonic. Ne yalan söyleyeyim, etkiledi beni :).

Hepimizin an çok bildiği parçası Mad About You'dur sanırım - ki bayılırım bu parçaya. Ama bunun dışındaki en birinci favorim This Strange Effect. Wake Up, 50 Watt ve Vinegar And Salt da önerebileceğim diğer parçalardan. Ha bir de fazlasıyla orijinal bir Nirvana coveri In Bloom vardır ki tadından yenmez.
Yine de en çok This Strange Effect'i tavsiye ederim, hatta dayanamayarak en tepeye koyarım.



İlginç ve birbirinden farklı albüm kapakları kullanmış Hooverphonic. Hemen hemen hepsi orijinal fotoğraflardan oluşuyor, çoğunluğu mavi tonlarında. Hatta genelde açık hava - alacakaranlık - şehir ışıkları kullanılmış, bence bu Hooverphonic'in şehir havası taşıyan müziğine son derece uyuyor.

Diyorum ve merak edenleri Hooverphonic'in müziğiyle başbaşa bırakıyorum.

Pazar, Ekim 17, 2010

sadakat ve öküzler arasındaki yadsınamaz bağ...



Karısına çok aşık bir adam varmış bir zamanlar. Her gün işinden çıkar çıkmaz evine gelir, ertesi gün işe gidene kadar olan zamanını güzel karısının dizinin dibinde geçirirmiş. Bir dediğini iki etmez, onu sürekli hediyelere boğarmış. Karısı da aşık olunmayacak gibi değilmiş doğrusu, kendi dillere destan güzelliği ruhunun güzelliği yanında hiç kalırmış.
Çok severmiş bu kadın kocasını, ve ne enteresandır ki hiç kıskanmazmış. Bilirmiş adamın da ona aşık olduğunu, gözünün başka bir kadını görmeyeceğini.
Günlerden bir gün alt kata kırmızı yüzlü bir kadın taşınmış. Bekarmış bu kadın, öyle pek güzel de değilmiş. Ama her nedense kocasının aşık olduğu o güzel kadının içine bir ateş düşmüş bu kırmızı yüzlü kadını görünce. İlk zamanlar içindeki hafif huzursuzluk zamanla yerini delice bir kıskançlığa bırakmış. Artık her gün kocasının eve geliş yolunu gözlüyor, geldiği zaman da telaş içinde soruyormuş ;
"- Beni seviyor musun ?"
Onun bu hallerine çok gülüyormuş aşık kocası ;
"- Hem de çılgınlar gibi. Sadece seni sevdim ve hep seni seveceğim."
Ama bu yetmiyormuş artık kadına. Kendisine sadık kocasını gece kabuslarında o kırmızı yüzlü kadınla sarmaş dolaş görüyormuş, gün içindeyse sürekli diken üstünde oturuyormuş adeta.
Zaman geçtikçe bu anlamsız kıskançlık saplantıya dönüşmüş. Güzel kadın bu saplantının pençesinde yemeden içmeden kesilmiş, hastalanıp yataklara düşmüş. Kocası çok çok üzgünmüş, ne yapacağını bilemiyormuş. Ülkenin her yerinden doktorlar getirtmiş, sırf güzel karısı iyileşebilsin diye. Ancak doktorların da elinden hiçbir şey gelmemiş, hepsi bu hastalığın amansız olduğunu ve karısının iyileşmesinin sadece bir mucizeye kaldığını söylemişler, bir mucizeye.
Genelde hikayelerin geçtiği dünyalarda bu mucize olur, ama bu defa olmamış. Kadın günden güne erimiş, içindeki saplantı günden güne tüketmiş onu. Artık işe gitmeyen kocası başından bir an bile ayrılmıyormuş, aklına kötüyü getirmek istemese de bir gün karısının öleceğini anlamışmış. İçindeki acıya rağmen elinden bir şey gelmemesi deli ediyormuş onu.
Bir gün karısı kendinden geçerek daldığı bir uykudan uyanmış ve başında bekleyen kocasının eline sarılmış ;
"- Beni seviyor musun ?" diye sormuş zorlukla.
Kocası çok heyecanlanmış ve o da karısının elini tutarak ;
"- Hem de çılgınlar gibi. Sadece seni sevdim ve hep seni seveceğim." diye cevaplamış.
Karısı gülümseyerek uzanmış yatağa, gözlerini kapatmış ve bir daha açmamış. Ölmüşmüş.
Karısının ölümünün ardından çok aşık koca alt katta oturan kırmızı yüzlü kadınla evlenmiş.

İşte günümüzün sadakat anlayışı bu. Öküz ölüp de ortaklık bitene kadar.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Çarşamba, Ekim 13, 2010

bir besin maddesi olarak müzik #1



Madem son zamanlarda sadece müzikle beslenerek yaşıyorum (bkz. bir besin maddesi olarak müzik), dedim ki neden bu besinlerden sizlere bahsetmeyeyim ? Bir anda dedim.
Sonuçta aşk, meşk, ilişkiler, şuursuz kadınlar ve mantıksız erkekler nereye kadar ? Büyük başlık olmamalı bunlar, hayatın içinde birkaç renk olmalı, değil mi ama ?
Herneyse, Dif bayılır uzatmaya zaten. Sündüğü yere kadar.

Bu sıralar -her ne hikmetse- trip-hop'a sardım (büyüyoruz yahu, ömrümün sonuna kadar Nirvana dinleyemem ya ?). Açıkçası çok gelişmiş bir trip-hop kültürüm de olmadığı için deliler gibi araştırmaya başladım bu türü. Ve farkettim ki, adamlar benim şu aralar ihtiyacım olan müziği yapıyorlar. Evet farkettim bunu.

Ve aniden bu Hadi-Müzik-Tanıtalım-Köşesi'nin açılışını yeni keşiflerimden Flunk'la yapmaya karar verdim.



Üç adet Norveçlinin 2000 yılında Oslo’da kurduğu bir trip-hop grubu bu Flunk. Vokalistleri Anja Oyan Vister'in ipeksi bir sesi var. Gitaristleri Jo Bakke ve programlamada Ulf Nygaard var. Turnelerde, davuluyla kendilerine eşlik eden Erik Ruud’la birlikte dört kişi oluyorlar.

Sanırım en çok bilinen çalışmaları Blue Monday parçasının coveri. Bu parça aynı zamanda ilk singleları olarak Nisan 2002’de yayınlandı. Hatta gayet dikkat çeken bu parça Avrupa ve Amerika’da derleme albumlerde, televizyon dizileri ve filmlerde kullanılmış.


Albümleri ;

-> For Sleepyheads Only (2002)
-> Treat Me Like You Do - For Sleepyheads Only Remixed (2003)
-> Morning Star (2004)
-> Play America (2005)
-> Personal Stereo (2007)
-> This Is What You Get (2009)

Single'ları ;

-> Blue Monday (2002)
-> On My Balcony (2004)



Gruba dair bu kadar kitap usulü bilgi yeterli kanımca.

Tamamen kazara tanıştığım bu grubun Norveçli olması beni benden almıştır, belirteyim. Hatta belki bu yüzden biraz da düştüm üstlerine şu sıralar. Tamam kabul, Norveç ve civarına karşı takıntılıyım (bkz. difin bitmek bilmez avrupa ve balkanlar saplantısı). Ama adamların yaptığı her şey mi güzel olur be abi ?
Bu insanların Radiohead'in Karma Police yorumu This Is What You Get adlı bir parçaları var ki beni kendine hayran bıraktı. Ama ben şahsen dinlediğim kadarıyla en çok Probably, Cigarette Burns ve Blind My Mind adlı parçalarını beğendim - utanmadan tavsiye ederim.
Bir de Morning Star adlı parçaları var ki, insanın acilen sevgili yapası geliyor. Kendisini en tepeden dinleyebilirsiniz.



Albüm kapaklarının her biri birbirinden güzel. Genelde gördüklerimizden farklı olarak, her bir albüm kapağı diğerleriyle tasarım olarak aynı. Daha doğrusu tüm albüm kapaklarının tasarımları bir şekilde birbirleriyle bağlantılı -ki bu da beni cezbeden bir diğer ayrıntı. Elimde değil, işlerinin her detayını ciddiye alan insanları takdir ediyorum.

Evet, benden bu kadar. Siz de benim gibi yeni keşiflere açıksanız açın grooveshark'ı, last.fm'i veya en kötüsünden bir limewire'ı, dinleyin anacım.
Denemeden bilemezsiniz, bu saf Dif'in lafına da güven olmaz.

Salı, Ekim 12, 2010

bir şişe tuz ruhu her derde devadır...



Bu gün evde temizlik vardı. Koltuklar, perdeler, sandalyeler havalarda uçuştu resmen. Kezban abla tüm evi türlü çeşit temizlik malzemesine boğdu, babannem ayağından bağlıymışça Kezban ablanın peşinde gezindi. Ben de elimde bir toz bezi, ortalıklarda dolandım durdum. Aptal saptal toz alırken aslında atmam/yakmam gereken ne çok şey olduğunu farkettim, iki oda bir salon evde gereksiz milyonlarca detay ilişti gözüme.

Detaylar/ıvır zıvırlar gözüme battı evet, ama orada da kalmadı. Hayatımda da gereksiz milyonlarca detay olduğunu farkettim toz alırken (bkz. kişinin toz alırken ermesi durumu). Yer tutan anılar, kafa karıştıran düşünceler, beyin kemiren insanlar... Camı açıp, ruhumu silkelemek istiyorum dışarı, veya bu gün bunu istediğimi farkettim, bilemiyorum. Keşke Kezban abla beynimdeki temizliğe de yardım etse...

Bir türlü arınamadığım yaşanmışlıklar devleşip kesiyor yollarımı. "Çektirin gidin!" demek istiyorum hepsine...

"- Ne olursa olsun, yaşadıklarına biraz saygın olmalı Dif."

Siktir git mümkünse tez zamanda. Yollan.

Hoş geldin kış, hoş geldin kış bunalımı. Bu kadar erken beklemiyordum seni, gerçi havaların da bu kadar çabuk soğumasını beklemiyordum. Havaların soğumasıyla eş zamanlı gelip gittiğini de bilmiyordum.
Umarım iyi bulmuşsundur beni. Sen yokken, güneş yedi cihanı kavururken boş durmadım, beni boğmanı kolaylaştıracak bir sürü sebep biriktirdim sana. Rahatça yerleşebilirsin bu sene içime, zira malzemen bol.

Bu bunalımdan kaçmak/kurtulmak/uzak durmak mı ? Söz konusu olamaz. Bunalımı ertelemenin/yok saymanın/ onunla savaşmanın saçmalık olduğunu bilecek yaştayım artık. Gelecek, bunaltacak ve zamanı geldiğinde gidecek.

Bu sene yaz erken gelir, değil mi ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Salı, Ekim 05, 2010

bizler... ve sizler...



Ufak tefek hayallerini renkli tulumlarının ceplerine doldurup daha büyük hayallere ulaşmak için yola çıkan bizler.
Gece gördüğünüz rüyalardaki yaratıcılığa bile tahammülü olmayan sizler.

Karışık meyveli lolipopların içinde gerçekten de binbir çeşit meyvenin bulunduğuna inanan ve o meyvelerin dünyanın dört bir yanından nasıl geldiklerini merak eden bizler.
O lolipopların nerelerde yapıldığını ve içlerinde bulunan katkı maddelerini düşünmekten uyku uyuyamayan sizler.

Avizelerde sallanan kesme camların elmas olduğuna inanan, hatta bu elmasların bahçedeki ağaçtan toplanmış olduğunu düşünen bizler.
O kesme camlardan biri düşüp kırıldığında siniri bozulan sizler.

Camdan bakınca uzakta görülen tepelerin arkasındaki masalsı ülkeyi hayal eden bizler.
O tepelere inşa edilecek yeni villaların giysi dolaplarını merak eden sizler.

Çocukken böyleydik biz. Siz de öyleydiniz.
Şimdi büyüdük.
Artık işler değişti.


Kanser gibi bir hastalığın bile çözümü olabileceğine inanarak lablarda sabahlayan bizler.
Beş dakika daha fazla tv izleyebilmek için evine hazır gıdaları depolayan, bunları çocuklarına yediren sizler.

Daha temiz bir dünya için yenilenebilir enerji santrallerinde gece gündüz ağır makinelerle çalışan bizler.
Bin yıl önceki lpg sistemlerinden korkarak hala inatla araçlarında benzin kullanan sizler.

Sırf üretebilmek için kendi tasarımlarını yapan / giyen / satan bizler.
Yeni aldığı timsah derisi çantayla etrafta salınan / hava atan sizler.

Herkesin eşit şartlarda eğitim görebilmesi için kendimize ayıracağımız zamanda gönüllü öğretmenlik yapan, projelere katılan bizler.
Çocuklarınızı dersanelere yolladığınız yetmiyormuş gibi kalan zamanını da özel derslerle doldurmaya çalışan, beş öğrencinin okuyabileceği parayla kendi çocuğunun hayatını karartan sizler.

Bunlar sizin tek başınıza küçük dünyanızda yaptıklarınız. Bir araya gelip daha büyük dünyalarda daha büyük işler yapanlarınız da var. En bilinen haliyle savaşlar nasıl çıkıyor, hayatlar nasıl kararıyor zaten ?

Tüm insanların bir arada huzur içinde yaşayabileceği bir dünya için çabalayan bizler.
Bunu ütopyaya çevirmek için çabalayan sizler.




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Ekim 04, 2010

nolur uyut beni uyku perisi beybi...



Başındaki beladan yakınan arkadaşına harikulade hayatınla övünme, o bela ondan gider, döner seni bulur.
Veya bulurmuş.
Beni buldu.

Birkaç gün önce bir arkadaşım bana telefonda çektiği nihai uykusuzluktan yakındı. Ben de karşılık olarak günlerdir gözümü kapatır kapatmaz bebekler gibi uykuya daldığımdan, akabinde nasıl güzel uyuduğumdan, muhteşem rüyalar gördüğümden bahsettim. Az biraz daha konuştuk, kapattık telefonları.
Oturdum birkaç bölüm dizi izledim, bol bol güldüm ve yattım. Anam o ne ? Başını yastığa koymasıyla o rüya senin bu rüya benim gecesini gece eden hatun uyuyamıyor. Ne uyuması, cin gibi gözlerle karanlığa bakıyor. Sırt üstü yattım, yok. Sağa dön, solu dene, yok. Yüzüstü yuvarlan, hayır efendim. Düşüncelere dal, beynin yorulsun, uykun gelsin... Tam tersi olan uykum da açıldı. Kalktım, gezindim evde. Bir yerden yarım kalmış bir kitap buldum, okudum biraz. Su içtim, tuvalete gittim. En sonunda sinirlerim bozuldu, gidip yattım tekrar. Nasıl uykuya dalabildim bilemiyorum.
Gece vakti bir uyandım, saat sabahın beşi. Kalktım, bilgisayar başına oturdum, otobüslerin çalışma saatine kadar dizi izleyip evden çıktım, malum ders kaydına gittim.

Ertesi gece durum daha da beter. Bir gece önce dönüp durduğum yatak bana oldu yumuşak duvarlı tecrit odası. Birkaç saat debelendim, sonra dayanamayıp kalktım.
Kalkış o kalkış, günler oldu yatağa giremiyorum.

İşin kötü yanı, bu hafta okul açılıyor. Derslerim -ah ne de şanslıyım- sabahtan değil ama bir insanın beyin fonksiyonlarının adam akıllı çalışabilmesi için uyku şart kardeşim. Böyle kozalak gibi gidilmez ki okula.

Hayır ne diye insanlara uyuduğun uykuyla övünürsün ? Ne diye kıvanırsın gördüğün rüyayla ?
Kime hava atıyorsun ?
Amacın ne ?


İşbu saat sabahın yedisinde altı morarmış gözlerle bu yazıyı yazıyorum ve saat birden önceki bir süre içinde birkaç saat bile olsa uyuyabilmeyi diliyorum. Dinimiz amin.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

sabahın dördünde buz gibi duvarın üstünde götünle derdin ne ?



"Ölmeden önce yapmak istediklerim" listeme bir çizik attım bu gün (veya dün, bilemedim). Jimmy'le sabah dörtte çıktık evden, bir termos iki kupa bolca şekerle. Termosta sıcak çikolata yerine kaynar çay vardı gerçi, ama bizde de doğan güneşi karşılama hevesi yerine uykusuzluk vardı zaten.
Koca semtin en güneş görmeyen tepesine (hatta direk yol ağzına) çektik arabayı, buz gibi beton duvara serdik battaniyeyi, elimizde çaylar, konuşarak donduk. Zaten bir ara baktık güneşten gerektiği kadar kaçamamışız, malum kendisi doğduğu andan itibaren her yerde, o halde sırtımızı dönelim dedik. Etrafı ısıtmaktan çok soğutan güneşe aldırmadan geçtiğimiz bir kaç ayın olaylarıyla çenelerimizi yorduk.
Tamam, şartlar eksiksiz olarak sağlanamadı ve amacına tam anlamıyla ulaşamadı bu madde, ama üzerine bir çizik atıldı.

Sonra sabahın altısında Nephe telefonla dövülerek yataktan kaldırıldı ve karga kahvaltısı tadında bir bruncha gidildi.
Saat 11 olduğunda yapılacaklar ve konuşulacaklar tamamen bitmişti. Günü öğleden önce bitirip eve gelip uyundu akşama kadar. Dengesizlik candır.

Bildiği hayatı dolu dolu yaşamaya doğru bir adım daha attı Dif. Kendini durup durup takdir ediyor, şuursuz mudur nedir ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Eylül 27, 2010

etkili blog iletişimi - etkisiz dif elemanı



Hepimizin son derece gizli ve kolay kolay ortaya çıkmayan bir yetisi var : Empati kurabilmek.

Sizleri bilmem ama bu empati kelimesi benim hayatıma Çocuklar Duymasın dizisi ve Etkili Aile İletişimi benzeri isimleri olan bir kitap serisiyle girdi. Önceleri sadece kulağa hoş gelen ama anlamı havada asılı kalmış bir kelimeyken zamanla doldu içi. Önceleri sadece kulağa hoş geldiği için (ve bilimum tartışmalarda karşı tarafı bozmak için) kullanılırken zamanla günlük dilimize yerleşti.
Ama nedense hayatımıza hiç yerleşemedi.

Oturup anlattığım takdirde saatler alabilecek ancak gerçekte ütopik olan hayat felsefeme göre (vays ne de afili bir giriştir bu, kendimi adam sandım burda, sırıtıyorum şu an) (boru mu oğlum, hayat felsefem var benim) yaşadığın her anı maksimum kapasitede yaşaman lazım gelir. Kastettiğim şey her dakika yeni bir atraksiyona girmek değil tabi ki, daha çok yaşadığın her anı sana eşlik edenlerin de açısından yaşayabilmek. Empatinin doruğa ulaşma durumu da diyebiliriz bunun için, veya kendini aşmak, bilemiyorum. Ama ancak bu şekilde bir ana birden fazla an sığdırılabilir, bu yolla bir yaşam süresi içinde birden fazla hayat yaşayabiliriz. Sonuçta bir olayı / durumu yaşamak o olayın / durumun içinde yer almak veya etkilenmek anlamına geliyorsa bir olay / durum içerisinde yer alan her kişinin açısından bakabildiğimizde... Uff bu cümlenin sonu gelmez sanırım ama anladığınızı umuyorum, benim anlatımlarımın çarpıklığına rağmen :).

Başımıza ne gelse - ki buradaki şahıs kendimiz olmak zorunda da değiliz, sevdiklerimizden herhangi biri de olabilir - genellikle kurduğumuz bir cümle var ; "her şey insanlar için." Evet, bu böyle. Bu hayat her türlü açısıyla tüm yönleriyle bizler için, biz yaşayanlar için. Her türlü saçmalık biz yaşayalım diye var, her türlü tecrübe biz edinelim diye konmuş. Bizim için tasarlanmış 3D bir eğitim programı bu hayat, her anı her detayı bizi bir adım öteye götürmesi için dizayn edilmiş. Tüm acıları, tüm zevkleri bize ait, her durum bizlere yönelik.

Karşımızdaki kişiyi acımasızca eleştirmek her zaman en kolaydır denir ya, aslında en tatlı olandır. Birini eleştirmeye başladığımız anda özgüvenimiz yükselişe geçer, eleştiri ne kadar sertse özgüvenin tavan yapması da o kadar hızlı olur. Çünkü eleştirinin bir temeli var; "ben senden bir adım öndeyim ki hatalarını görebiliyorum." düşüncesi. Öyle ya, bir adım önde olamadığım adamın eksikliklerini nasıl görebilirim ? Ondan bir gömlek üstün değilsem yerden yere nasıl vurabilirim ? Bu düşüncenin bir sanrıdan ibaret olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım, zira bence en çok eleştirenler en düşük özgüvene sahip kişilerdir. Ben mesela deliler gibi eleştiririm, hatta biraz abarttığım anda kavgada söylenmeyecek sözleri söylerim, çünkü ben özgüveni çok yüksek olmayan biriyim.

" - Sert bir genelleme yaptığında ilk örneği kendinden ver ki (hatta kendini itin götüne sok ki) millet yumuşasın. Afferim Dif afferim."

Her neyse, konudan sapmayalım.
Katil olmanın sadece an meselesi olduğu bir dünyada biz kimiz ki başka bir insanı eleştirebiliyoruz ? Hem de sadece kendi özgüvenim depomuzu doldurmak için ?
Bu gezegen üzerinde bu güne kadar her türlü olay / durum her an bizim de başımıza gelebilecekken ne cesaret ne cüretle bir diğerini yargılayabiliyoruz ?
Kendimizi onun yerine koyup olayı / durumu net bir şekilde kavrayabilecekken neden nanik yapmayı tercih ediyoruz ?
Ve bunu kavradığımız takdirde bir benzer durumda kaldığımzda önceden hazırlıklı olma şansımız varken insanları anlayabilmeyi / empati kurabilmeyi karşı tarafa sunulan bir lütuf gibi görüyoruz ?

Empati yetisini kullanmak bizim yalnızca insanları anlamamıza yardımcı olmaz, kendimizi anlamamıza da yardımcı olur. Aynı şekilde yalnızca iletişim kurmamızı kolaylaştırmaz, bizi hayata karşı çok daha deneyimli kılar.
Empati kurmanın karşı tarafa verilen bir ödülden çok, yemek yapabilmek gibi hayatta kalmamızı kolaylaşyıracak bir yeti olduğunu keşfettiğimiz gün birden çok hayatla beslenebileceğiz. Diğerinin penceresinden bakabildiğimiz gün... İşte o gün insanoğlunun ömrü hakikaten uzamış olacak.

Ben tüm hayatım boyunca aynı pencerenin önünde oturup aynı manzarayı seyretmek istemezdim, ya siz ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazar, Eylül 26, 2010

ben ölmeden önce bir sürü işim vardı...



Dif'in ölmeden önce yapmak istediği şeyler;


- Dilini bilmediğim bir avrupa ülkesinin herhangi bir şehrine gidip orada bir hafta tek başıma yaşamak.

- Analog bir fotoğraf makinesiyle bir seri çekmek ve o fotoğrafları bastırıp evimin bir köşesine asmak.

- Karanlık odada fotoğraf basmayı öğrenmek.

- Motorsiklet ehliyeti almak, ardından da bir Harley Davidson.

- Uçak kullanmayı öğrenmek ve dolayısıyla bir defa bile olsa kullanmak.

- Tokyo'da doya doya bir ay geçirmek.

- Bir belediye otobüsü dolusu insana Eryaman'dan Kızılay'a kadar koro halinde şarkı söyletmek.

- Birkaç ciddi organizasyon yapmak.

- İnsanların hayatlarına yeni bir yön vermeye yardımcı olacak konuşmalar yapmak.

- Bir masal kitabı yazmak.

- Bütün bir haftayı detoxa ayırmak ve o hafta boyunca kendime hakim olmak.

- Biri avrupa dili biri uzakdoğu dili olmak üzere en az iki dil daha öğrenmek.

- Ölmüş bir dili öğrenmek.

- Yamaha 211 almak.

- Elimde flüdümle - ve çalmak suretiyle - bir avrupa kentinin sokaklarında yürümek. Aklımda şehir konusunda seçenekler bol, herhangi biri olabilir.

- Bir sporu düzenli olarak yapmak. Kick boks tercihimdir.

- Rafting yapmak.

- Yeniden ormana kampa gitmek. Ama bu defa en az bir hafta.

- Anathema konserine gidip doyasıya ağlamak. (bu da nasıl psikopat bir istektir)

- Sevgilimle İstanbul sokaklarında elele ve amaçsızca dolanmak.

- Aynı şeyi ayrupada da yapmak. (avrupa saplantısı böyle bir şey)

- Casette'den bir çift ayakkkabı almak.

- Uzun deri ceket, mini etek, postallar ve file çoraplarla ortalıkta gezinmek. Bir günden daha fazla olmaması tercihimdir, zira fenalık gelebilir.

- Şu okuldan mezun olmak.

- Sağlam bir Cake konserine gitmek.

- Sabahın dördünde Jimmy'le elimizde içleri sıcak çikolata dolu termoslarla dışarı çıkmak.

- Mükemmel bir caz festivaline katılmak.

- Hatunlarımla efendi gibi bir Kaş tatili yapmak.

- Devasa bir yağlıboya tablo bitirip asmak.

- Sokak çocuklarıyla sokak duvarlarına resimler yapmak.

- Evimin duvarlarını tek başıma veya sevgili ekibimle boyamak.

- Sigarayı bırakmak.

- Bahçeli bir eve sahip olmak. Ve orada yaşamak :).

- Eğitim sisteminde büyük yapıcı atılımların yapılmasına şahit olmak.

- Nephe'ye bu senekinden daha büyük bir doğumgünü partisi düzenlemek.

- Kendi mekanımı açmak. Çok sermaye lazım çok.

- Bir (mümkünse daha çok) yemek kursuna katılmak ve daha sonra bu işte çalışmak.

- Kusana kadar kıtır şekerli donut yemek.

- Kendi tasarımlarımı giymek.

- Bir albüm kapağı tasarlamak.

- Bir müziklade oynamak.

- Yeniden sahneye çıkıp şarkı söylemek.

- Bir de yetimi kaybetmeden ve ölmeden önce çocuk yapmak. Oyh.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.
Related Posts with Thumbnails