Cumartesi, Ekim 30, 2010

bir gülümsemenin dif üzerindeki etkisi...



Sadece bir gülümsemeyle beni mutlu edecek insanlar istiyorum hayatımda, etrafımda, çevremde.
Sadece o gülümsemeyi yüzlerinde görebilmek için bir şeyler yapmak istiyorum. O gülümseme için saatlerce şaklabanlık yapmak, olur olmaz saçmalamak, çok doğru kararlar vermek, kendimi her alanda geliştirmek, kendime yeni bir hayat kurabilmek. Sadece o uğruna ölünesi gülümseme için.
Etrafımdaki herkes gülümsüyor çoğunlukla, ben de onlarla birlikte gülümsüyorum. Ama bazıları var ki onlar beni gülümsetebiliyorlar. Onlar o kadar özel ki onların gülümsemeleri bende de gülümseme isteği uyandırıyor, onların gülümsemeleri güneş gibi parlıyor o gün üzerimde. Ben o an sadece onların gülümsemeleriyle mutlu oluyorum.
Her zaman benim sayemde gülümsemiyor bu insanlar, ama bunu umursamıyorum. Herhangi bir şeye gülümsüyor/gülüyor olabiliyorlar o anda, ama benim için tek önemli olan o anın olabildiğince uzun sürmesi oluyor. Bazen o anı uzatabilmek için çabalıyorum, bazen de sadece yaşayabilmek için. Bazen tek önemli olan o an onların gülümsemesi oluyor.
Ve ben gerçekten sevdiğim insanları bu yolla diğerlerinden ayırabiliyorum.

Benim böyle insanlarım var.
Sadece sevgili değil onlar, arkadaş, yakın arkadaş, aile, hatta bazen sadece çevre. Ama onlar her şey aslında, onlar en çok dibe vurduğum anda devam edebilmeme sebep olabilecek olanlar. Kim oldukları önemli olmuyor çoğu zaman, kimim oldukları da, hatta aramızdaki mesafe de... Tek önemli olan onları gülümsetebilmek oluyor, çünkü çoğu zaman sadece böyle mutlu oluyorum ben.
Bağımlıyım onlara, varlıklarına. Beni sadece bir gülümsemeyle mutlu edebilen insanlarıma bağımlıyım ben.

Bazıları kendilerinden bahsettiğimi biliyor, bazıları bilmiyor. Bazıları hissediyor/seziyor ama konduramıyor.
Sevdiğini söylemekten korkan biri değilim ben, çünkü sevdiklerim beni mutlu ediyor, edebiliyor.

Derinlemesine sevebileceğim insanlar istiyorum. Gülümseyerek beni mutlu edebilecek, o gülümseme için dağları devirebileceğim... Takılıp kaldığımda, yarım bırakıldığımda, bir yerlerde bir şeylerin dibinde sıkıştığımda devam etmemi sağlayacak insanlar onlar.
Benim böyle insanlarım var, bir sürü hem de. Ve eminim ki daha da çoğalacaklar.

Beni sadece bir gülümsemeyle bile mutlu edebilen insanlarım, pek çok şeyi sadece sizleri gülümsetebilmek için yaptım, daha da yaparım. Sayenizde Agape'yi her gün derinden yaşıyorum, her gün yeniden doğuyorum.
İyi ki varsınız.




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

bir besin maddesi olarak müzik #2



Parçalar ne kadar eski olursa olsun, yeni keşfedilen her müzik/müzik türü/grup/sanatçı bana taptaze geliyor nedense. Üstelik bazen ilk parçalarını dinlerken anlamsız bir heyecana da kapılıyorum. Hatta bir acayip merak eşlik ediyor bu heyecana, hani "acaba bu defa ne cins duygular tadacağım ? bende nasıl çağrışımlar yaratacak bu parça ?" gibi. İşte, şuur eksikliği böyle bir şey.
Bazen bir yerlerde denk geliyorum grubun/sanatçının ismine, heyecanla aratıyorum bir yerlerde, buluyorum. Bir hışım başlatıyorum parçayı, birkaç saniye sonra o hışımdan eser kalmıyor. Yerini hayal kırıklığı - bir şans daha verme arzusu karışımı bir his alıyor. Genelde "bir şans daha ver be bacım" tarafım daha ağır basıyor, listelerden birine daha sonra tekrar dönmek üzere atıyorum parçayı. Dönüp dönmeyeceğim belli olsa keşke...
Bu bizim sinema dilinde "mutsuz/belirsiz son" dediğimiz cinsten olanlar. Bir de daha farklı sonuçlanan hikayeler oluyor, Hooverphonic ve ben gibi.

Yine rastgele tanıştığım bir trip-hop grubu Hooverphonic. Daha önce de belirttiğim gibi trip-hop'a doğru yüksek ivmeli bir kayışım var şu ara, bilinmez neden.



Belçikalı bir grup olan Hooverphonic, 1995'te Sint-Niklaas'da kurulmuş. Vokalde akıl almaz sesiyle Liesje Sadonius, bas ve programda Alex Callier, klavyede Frank Duchéne ve gitarda Raymond Geerts yer alıyor.
İlk defa geleneksel bir açık hava festivalinde ortaya çıkan grup ilk albümünü 1996 senesinde Sony BMG'den çıkardı. Bu albümde yer alan 2 Wicky adlı parça daha sonra Stealing Beautiy adlı Bernardo Bertolucci filminde soundtrack olarak kullanıldı ve bu olay grubun kariyerinde bir kilometre taşı oldu.
Stealing Beauty filminden sonra pekçok dizi, televizyon şovu, reklam filmi ve filmlerin müziklerini yapan grup son albümünü 2007'de piyasaya sürdü.
2008'in sonunda Geike Arnaert'in gruptan ayrılmasıyla duraklama devrine giren grubun yeni bir vokal seçip seçmediği henüz bilinmiyor.





Stüdyo albümleri ;

-> A New Stereophonic Sound Spectacular (1996)
-> Blue Wonder Power Milk (1998)
-> The Magnificent Tree (2000)
-> Hooverphonic Presents Jackie Cane (2002)
-> No More Sweet Music (2005)
-> The President of the LSD Golf Club (2007)






Keşfettikten hemen sonra sardığım nadir gruplardan biri Hooverphonic. Ne yalan söyleyeyim, etkiledi beni :).

Hepimizin an çok bildiği parçası Mad About You'dur sanırım - ki bayılırım bu parçaya. Ama bunun dışındaki en birinci favorim This Strange Effect. Wake Up, 50 Watt ve Vinegar And Salt da önerebileceğim diğer parçalardan. Ha bir de fazlasıyla orijinal bir Nirvana coveri In Bloom vardır ki tadından yenmez.
Yine de en çok This Strange Effect'i tavsiye ederim, hatta dayanamayarak en tepeye koyarım.



İlginç ve birbirinden farklı albüm kapakları kullanmış Hooverphonic. Hemen hemen hepsi orijinal fotoğraflardan oluşuyor, çoğunluğu mavi tonlarında. Hatta genelde açık hava - alacakaranlık - şehir ışıkları kullanılmış, bence bu Hooverphonic'in şehir havası taşıyan müziğine son derece uyuyor.

Diyorum ve merak edenleri Hooverphonic'in müziğiyle başbaşa bırakıyorum.

Pazar, Ekim 17, 2010

sadakat ve öküzler arasındaki yadsınamaz bağ...



Karısına çok aşık bir adam varmış bir zamanlar. Her gün işinden çıkar çıkmaz evine gelir, ertesi gün işe gidene kadar olan zamanını güzel karısının dizinin dibinde geçirirmiş. Bir dediğini iki etmez, onu sürekli hediyelere boğarmış. Karısı da aşık olunmayacak gibi değilmiş doğrusu, kendi dillere destan güzelliği ruhunun güzelliği yanında hiç kalırmış.
Çok severmiş bu kadın kocasını, ve ne enteresandır ki hiç kıskanmazmış. Bilirmiş adamın da ona aşık olduğunu, gözünün başka bir kadını görmeyeceğini.
Günlerden bir gün alt kata kırmızı yüzlü bir kadın taşınmış. Bekarmış bu kadın, öyle pek güzel de değilmiş. Ama her nedense kocasının aşık olduğu o güzel kadının içine bir ateş düşmüş bu kırmızı yüzlü kadını görünce. İlk zamanlar içindeki hafif huzursuzluk zamanla yerini delice bir kıskançlığa bırakmış. Artık her gün kocasının eve geliş yolunu gözlüyor, geldiği zaman da telaş içinde soruyormuş ;
"- Beni seviyor musun ?"
Onun bu hallerine çok gülüyormuş aşık kocası ;
"- Hem de çılgınlar gibi. Sadece seni sevdim ve hep seni seveceğim."
Ama bu yetmiyormuş artık kadına. Kendisine sadık kocasını gece kabuslarında o kırmızı yüzlü kadınla sarmaş dolaş görüyormuş, gün içindeyse sürekli diken üstünde oturuyormuş adeta.
Zaman geçtikçe bu anlamsız kıskançlık saplantıya dönüşmüş. Güzel kadın bu saplantının pençesinde yemeden içmeden kesilmiş, hastalanıp yataklara düşmüş. Kocası çok çok üzgünmüş, ne yapacağını bilemiyormuş. Ülkenin her yerinden doktorlar getirtmiş, sırf güzel karısı iyileşebilsin diye. Ancak doktorların da elinden hiçbir şey gelmemiş, hepsi bu hastalığın amansız olduğunu ve karısının iyileşmesinin sadece bir mucizeye kaldığını söylemişler, bir mucizeye.
Genelde hikayelerin geçtiği dünyalarda bu mucize olur, ama bu defa olmamış. Kadın günden güne erimiş, içindeki saplantı günden güne tüketmiş onu. Artık işe gitmeyen kocası başından bir an bile ayrılmıyormuş, aklına kötüyü getirmek istemese de bir gün karısının öleceğini anlamışmış. İçindeki acıya rağmen elinden bir şey gelmemesi deli ediyormuş onu.
Bir gün karısı kendinden geçerek daldığı bir uykudan uyanmış ve başında bekleyen kocasının eline sarılmış ;
"- Beni seviyor musun ?" diye sormuş zorlukla.
Kocası çok heyecanlanmış ve o da karısının elini tutarak ;
"- Hem de çılgınlar gibi. Sadece seni sevdim ve hep seni seveceğim." diye cevaplamış.
Karısı gülümseyerek uzanmış yatağa, gözlerini kapatmış ve bir daha açmamış. Ölmüşmüş.
Karısının ölümünün ardından çok aşık koca alt katta oturan kırmızı yüzlü kadınla evlenmiş.

İşte günümüzün sadakat anlayışı bu. Öküz ölüp de ortaklık bitene kadar.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Çarşamba, Ekim 13, 2010

bir besin maddesi olarak müzik #1



Madem son zamanlarda sadece müzikle beslenerek yaşıyorum (bkz. bir besin maddesi olarak müzik), dedim ki neden bu besinlerden sizlere bahsetmeyeyim ? Bir anda dedim.
Sonuçta aşk, meşk, ilişkiler, şuursuz kadınlar ve mantıksız erkekler nereye kadar ? Büyük başlık olmamalı bunlar, hayatın içinde birkaç renk olmalı, değil mi ama ?
Herneyse, Dif bayılır uzatmaya zaten. Sündüğü yere kadar.

Bu sıralar -her ne hikmetse- trip-hop'a sardım (büyüyoruz yahu, ömrümün sonuna kadar Nirvana dinleyemem ya ?). Açıkçası çok gelişmiş bir trip-hop kültürüm de olmadığı için deliler gibi araştırmaya başladım bu türü. Ve farkettim ki, adamlar benim şu aralar ihtiyacım olan müziği yapıyorlar. Evet farkettim bunu.

Ve aniden bu Hadi-Müzik-Tanıtalım-Köşesi'nin açılışını yeni keşiflerimden Flunk'la yapmaya karar verdim.



Üç adet Norveçlinin 2000 yılında Oslo’da kurduğu bir trip-hop grubu bu Flunk. Vokalistleri Anja Oyan Vister'in ipeksi bir sesi var. Gitaristleri Jo Bakke ve programlamada Ulf Nygaard var. Turnelerde, davuluyla kendilerine eşlik eden Erik Ruud’la birlikte dört kişi oluyorlar.

Sanırım en çok bilinen çalışmaları Blue Monday parçasının coveri. Bu parça aynı zamanda ilk singleları olarak Nisan 2002’de yayınlandı. Hatta gayet dikkat çeken bu parça Avrupa ve Amerika’da derleme albumlerde, televizyon dizileri ve filmlerde kullanılmış.


Albümleri ;

-> For Sleepyheads Only (2002)
-> Treat Me Like You Do - For Sleepyheads Only Remixed (2003)
-> Morning Star (2004)
-> Play America (2005)
-> Personal Stereo (2007)
-> This Is What You Get (2009)

Single'ları ;

-> Blue Monday (2002)
-> On My Balcony (2004)



Gruba dair bu kadar kitap usulü bilgi yeterli kanımca.

Tamamen kazara tanıştığım bu grubun Norveçli olması beni benden almıştır, belirteyim. Hatta belki bu yüzden biraz da düştüm üstlerine şu sıralar. Tamam kabul, Norveç ve civarına karşı takıntılıyım (bkz. difin bitmek bilmez avrupa ve balkanlar saplantısı). Ama adamların yaptığı her şey mi güzel olur be abi ?
Bu insanların Radiohead'in Karma Police yorumu This Is What You Get adlı bir parçaları var ki beni kendine hayran bıraktı. Ama ben şahsen dinlediğim kadarıyla en çok Probably, Cigarette Burns ve Blind My Mind adlı parçalarını beğendim - utanmadan tavsiye ederim.
Bir de Morning Star adlı parçaları var ki, insanın acilen sevgili yapası geliyor. Kendisini en tepeden dinleyebilirsiniz.



Albüm kapaklarının her biri birbirinden güzel. Genelde gördüklerimizden farklı olarak, her bir albüm kapağı diğerleriyle tasarım olarak aynı. Daha doğrusu tüm albüm kapaklarının tasarımları bir şekilde birbirleriyle bağlantılı -ki bu da beni cezbeden bir diğer ayrıntı. Elimde değil, işlerinin her detayını ciddiye alan insanları takdir ediyorum.

Evet, benden bu kadar. Siz de benim gibi yeni keşiflere açıksanız açın grooveshark'ı, last.fm'i veya en kötüsünden bir limewire'ı, dinleyin anacım.
Denemeden bilemezsiniz, bu saf Dif'in lafına da güven olmaz.

Salı, Ekim 12, 2010

bir şişe tuz ruhu her derde devadır...



Bu gün evde temizlik vardı. Koltuklar, perdeler, sandalyeler havalarda uçuştu resmen. Kezban abla tüm evi türlü çeşit temizlik malzemesine boğdu, babannem ayağından bağlıymışça Kezban ablanın peşinde gezindi. Ben de elimde bir toz bezi, ortalıklarda dolandım durdum. Aptal saptal toz alırken aslında atmam/yakmam gereken ne çok şey olduğunu farkettim, iki oda bir salon evde gereksiz milyonlarca detay ilişti gözüme.

Detaylar/ıvır zıvırlar gözüme battı evet, ama orada da kalmadı. Hayatımda da gereksiz milyonlarca detay olduğunu farkettim toz alırken (bkz. kişinin toz alırken ermesi durumu). Yer tutan anılar, kafa karıştıran düşünceler, beyin kemiren insanlar... Camı açıp, ruhumu silkelemek istiyorum dışarı, veya bu gün bunu istediğimi farkettim, bilemiyorum. Keşke Kezban abla beynimdeki temizliğe de yardım etse...

Bir türlü arınamadığım yaşanmışlıklar devleşip kesiyor yollarımı. "Çektirin gidin!" demek istiyorum hepsine...

"- Ne olursa olsun, yaşadıklarına biraz saygın olmalı Dif."

Siktir git mümkünse tez zamanda. Yollan.

Hoş geldin kış, hoş geldin kış bunalımı. Bu kadar erken beklemiyordum seni, gerçi havaların da bu kadar çabuk soğumasını beklemiyordum. Havaların soğumasıyla eş zamanlı gelip gittiğini de bilmiyordum.
Umarım iyi bulmuşsundur beni. Sen yokken, güneş yedi cihanı kavururken boş durmadım, beni boğmanı kolaylaştıracak bir sürü sebep biriktirdim sana. Rahatça yerleşebilirsin bu sene içime, zira malzemen bol.

Bu bunalımdan kaçmak/kurtulmak/uzak durmak mı ? Söz konusu olamaz. Bunalımı ertelemenin/yok saymanın/ onunla savaşmanın saçmalık olduğunu bilecek yaştayım artık. Gelecek, bunaltacak ve zamanı geldiğinde gidecek.

Bu sene yaz erken gelir, değil mi ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Salı, Ekim 05, 2010

bizler... ve sizler...



Ufak tefek hayallerini renkli tulumlarının ceplerine doldurup daha büyük hayallere ulaşmak için yola çıkan bizler.
Gece gördüğünüz rüyalardaki yaratıcılığa bile tahammülü olmayan sizler.

Karışık meyveli lolipopların içinde gerçekten de binbir çeşit meyvenin bulunduğuna inanan ve o meyvelerin dünyanın dört bir yanından nasıl geldiklerini merak eden bizler.
O lolipopların nerelerde yapıldığını ve içlerinde bulunan katkı maddelerini düşünmekten uyku uyuyamayan sizler.

Avizelerde sallanan kesme camların elmas olduğuna inanan, hatta bu elmasların bahçedeki ağaçtan toplanmış olduğunu düşünen bizler.
O kesme camlardan biri düşüp kırıldığında siniri bozulan sizler.

Camdan bakınca uzakta görülen tepelerin arkasındaki masalsı ülkeyi hayal eden bizler.
O tepelere inşa edilecek yeni villaların giysi dolaplarını merak eden sizler.

Çocukken böyleydik biz. Siz de öyleydiniz.
Şimdi büyüdük.
Artık işler değişti.


Kanser gibi bir hastalığın bile çözümü olabileceğine inanarak lablarda sabahlayan bizler.
Beş dakika daha fazla tv izleyebilmek için evine hazır gıdaları depolayan, bunları çocuklarına yediren sizler.

Daha temiz bir dünya için yenilenebilir enerji santrallerinde gece gündüz ağır makinelerle çalışan bizler.
Bin yıl önceki lpg sistemlerinden korkarak hala inatla araçlarında benzin kullanan sizler.

Sırf üretebilmek için kendi tasarımlarını yapan / giyen / satan bizler.
Yeni aldığı timsah derisi çantayla etrafta salınan / hava atan sizler.

Herkesin eşit şartlarda eğitim görebilmesi için kendimize ayıracağımız zamanda gönüllü öğretmenlik yapan, projelere katılan bizler.
Çocuklarınızı dersanelere yolladığınız yetmiyormuş gibi kalan zamanını da özel derslerle doldurmaya çalışan, beş öğrencinin okuyabileceği parayla kendi çocuğunun hayatını karartan sizler.

Bunlar sizin tek başınıza küçük dünyanızda yaptıklarınız. Bir araya gelip daha büyük dünyalarda daha büyük işler yapanlarınız da var. En bilinen haliyle savaşlar nasıl çıkıyor, hayatlar nasıl kararıyor zaten ?

Tüm insanların bir arada huzur içinde yaşayabileceği bir dünya için çabalayan bizler.
Bunu ütopyaya çevirmek için çabalayan sizler.




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Ekim 04, 2010

nolur uyut beni uyku perisi beybi...



Başındaki beladan yakınan arkadaşına harikulade hayatınla övünme, o bela ondan gider, döner seni bulur.
Veya bulurmuş.
Beni buldu.

Birkaç gün önce bir arkadaşım bana telefonda çektiği nihai uykusuzluktan yakındı. Ben de karşılık olarak günlerdir gözümü kapatır kapatmaz bebekler gibi uykuya daldığımdan, akabinde nasıl güzel uyuduğumdan, muhteşem rüyalar gördüğümden bahsettim. Az biraz daha konuştuk, kapattık telefonları.
Oturdum birkaç bölüm dizi izledim, bol bol güldüm ve yattım. Anam o ne ? Başını yastığa koymasıyla o rüya senin bu rüya benim gecesini gece eden hatun uyuyamıyor. Ne uyuması, cin gibi gözlerle karanlığa bakıyor. Sırt üstü yattım, yok. Sağa dön, solu dene, yok. Yüzüstü yuvarlan, hayır efendim. Düşüncelere dal, beynin yorulsun, uykun gelsin... Tam tersi olan uykum da açıldı. Kalktım, gezindim evde. Bir yerden yarım kalmış bir kitap buldum, okudum biraz. Su içtim, tuvalete gittim. En sonunda sinirlerim bozuldu, gidip yattım tekrar. Nasıl uykuya dalabildim bilemiyorum.
Gece vakti bir uyandım, saat sabahın beşi. Kalktım, bilgisayar başına oturdum, otobüslerin çalışma saatine kadar dizi izleyip evden çıktım, malum ders kaydına gittim.

Ertesi gece durum daha da beter. Bir gece önce dönüp durduğum yatak bana oldu yumuşak duvarlı tecrit odası. Birkaç saat debelendim, sonra dayanamayıp kalktım.
Kalkış o kalkış, günler oldu yatağa giremiyorum.

İşin kötü yanı, bu hafta okul açılıyor. Derslerim -ah ne de şanslıyım- sabahtan değil ama bir insanın beyin fonksiyonlarının adam akıllı çalışabilmesi için uyku şart kardeşim. Böyle kozalak gibi gidilmez ki okula.

Hayır ne diye insanlara uyuduğun uykuyla övünürsün ? Ne diye kıvanırsın gördüğün rüyayla ?
Kime hava atıyorsun ?
Amacın ne ?


İşbu saat sabahın yedisinde altı morarmış gözlerle bu yazıyı yazıyorum ve saat birden önceki bir süre içinde birkaç saat bile olsa uyuyabilmeyi diliyorum. Dinimiz amin.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

sabahın dördünde buz gibi duvarın üstünde götünle derdin ne ?



"Ölmeden önce yapmak istediklerim" listeme bir çizik attım bu gün (veya dün, bilemedim). Jimmy'le sabah dörtte çıktık evden, bir termos iki kupa bolca şekerle. Termosta sıcak çikolata yerine kaynar çay vardı gerçi, ama bizde de doğan güneşi karşılama hevesi yerine uykusuzluk vardı zaten.
Koca semtin en güneş görmeyen tepesine (hatta direk yol ağzına) çektik arabayı, buz gibi beton duvara serdik battaniyeyi, elimizde çaylar, konuşarak donduk. Zaten bir ara baktık güneşten gerektiği kadar kaçamamışız, malum kendisi doğduğu andan itibaren her yerde, o halde sırtımızı dönelim dedik. Etrafı ısıtmaktan çok soğutan güneşe aldırmadan geçtiğimiz bir kaç ayın olaylarıyla çenelerimizi yorduk.
Tamam, şartlar eksiksiz olarak sağlanamadı ve amacına tam anlamıyla ulaşamadı bu madde, ama üzerine bir çizik atıldı.

Sonra sabahın altısında Nephe telefonla dövülerek yataktan kaldırıldı ve karga kahvaltısı tadında bir bruncha gidildi.
Saat 11 olduğunda yapılacaklar ve konuşulacaklar tamamen bitmişti. Günü öğleden önce bitirip eve gelip uyundu akşama kadar. Dengesizlik candır.

Bildiği hayatı dolu dolu yaşamaya doğru bir adım daha attı Dif. Kendini durup durup takdir ediyor, şuursuz mudur nedir ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.
Related Posts with Thumbnails