Pazar, Temmuz 25, 2010

bu gün korktuğun anlar döner nazik poponda patlar...



O yirmili yaşlarında, kiminin genç kız, kiminin genç kadın, kiminin karı diye tabir ettiği cinsten. Tüm hemcinsleri gibi mantığını duygularıyla birleştiremiyor ve yaşadığı her anı son derece ciddiye alıyor. Üç gün hiç tanımadığı bir adamla birlikte yaşıyor, her anlamda çok yoğun duygular hissediyor hatta bir ara aşık olduğunu bile düşünüyor. Üç günün sonunda peri masalı bitiyor, evli evine köylü köyüne. Ancak masal bitmeden bu masalın ilerideki bölümleri hakkında hiç konuşulmuyor, aralarında geçenlerin ne olduğunu bile soramıyor kız, korkuyor. Korkusundan arkada kalmayı kabul ediyor.

"- Korktuğum şey reddedilmek değildi, zaten bunu göze çoktan almıştım. Benim korkum onu tamamen kaybetmekti, hayatımın içinde bir daha hiçbir şekilde yer almayacağını duyma korkusuydu beni susturan."


20li yaşlardaysanız ve aşık olabilecek kadar sağlıklıysanız korku krallığına hoş geldiniz. Bu krallığa 2 ile başlayan yaşlarla girilir, 3 ile başlayan yaşlara ulaştığınız anda arka kapıdan çıkarsınız, tek başınıza veya bir çift olarak. İnsanların ev kurduğu, aile olduğu, veya bir bok olamadığı yaşlar bunlar, gelecek hayatın temellerini burada atıyoruz. Eğer bu temel işini de birazcık ciddiye alıyorsak her adımda korkudan altımıza ediyoruz. Ciddiye almayıp keyif içinde geçirenler ileride pek bir halt olamıyorlar, ciddiye alıp her keyfinin içine biraz kafa karışıklığı biraz korku ekleyenler de ileride pek bir bok olamıyorlar. Bir bok olmanın tek şartı biraz şans kanımca.

Biraz düşünün. Hayatta ne kadar çok anı kaybediyoruz korkarak ? Ne kadar çok güzelliğe sırt çeviriyoruz içimizdeki deli saçması korku yüzünden ? Yaşanılması gereken pek çok şey yarım yamalak yaşanıyor bu korkularla, bazıları hiç yaşanmıyor/yaşanamıyor. Üstelik bir şeylerin baştan savma yaşanmış olması/hiç yaşanmamış olması cebimize çantamıza boş bulunan her yerimize bir sürü "belki - keşke"cikler dolduruyor. Yanımıza kalanlar korku içinde yaşanan güzel anlar ve bir yığın belki - keşke.

Bazen bundan ders de çıkarıyoruz utanmaz gibi. "Bir sonrakinde korkmayacağım, dürüst olacağım, anı yaşayacağım etc." naralarıyla yeniliklere yelken açıyoruz. Seferden taze "belki - keşke"ciklerle dönüyoruz. Ha evet, bir de hayat dersi, +1 puan. Oyh.

Bir insanı korkuyla yönetebilirsiniz. Duyguların içinde en diktatör olanıdır korku , zaten tarihteki diktatörler korkuyu kullanmışlar, huzuru değil. Korku öyle bir duygu ki, kanınıza girdikten sonra tüm yönetimi ele geçiriyor. Alsa yapmam dediğin ne varsa yaptırıyor sana suratında alaycı bir gülümsemeyle, parmağında oynatıyor ya seni. Korkuyla karşılaşınca kimisi yalan söylüyor sürekli (ki dürüst olmaya ne yeminler içmişti), kimisi her emre itaat ediyor köle gibi (ki özgür olmaya ne yeminler içmişti), kimisi kendinden korkacak derecede paranoyaklaşıyor hatta obsesyon baş gösteriyor bünyesinde (ki son derece mantıklı biriydi), kimisi kendi değerinden vazgeçiyor, çarpık ilişkiler kuruyor (ki eski halini tanısaydınız takdir ederdiniz). Ama her bünyenin verdiği tepki temelde aynı ; kendinden vazgeçmek/kendini çiğnemek.

Hayattan zevk almayı engelliyor korku, hayatı yaşamanı -olduğu/olması gerektiği gibi yaşamanı- imkansız hale getiriyor. Korktuğun anda aslında yaşayabileceğin mükemmel anlardan vazgeçiyorsun. Korkunla yüzyüze gelmektense hayallerini kaybetmeyi tercih ediyorsun. Aradan gerçekleri görmene yetecek kadar zaman geçiyor, "amma dangalakmışım" diyorsun, ama o arada iş işten de geçiyor.

Hayatı güzel ve doya doya yaşayabilmenin tek şartının birazcık cesaret olduğunu hiç bilmezdim.
Bazen kelleyi koltuğa almak "belki-keşke" demekten daha iyidir kanımca ha ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

öhöm... oyh...

Başım dik ve hayatın tadını çıkarıyorum.

Ayrıca Kaş'a falan gitmiyorum, tatil yalan oldu, hayalleri suya düştü.

Tüm yazı dört duvar Başkent'te yakan top oynayarak geçireceğim. Akşamları saklambaca çıkıyoruz, ilgilenenlere duyrulur.

Bir "bekle beni Kaş" masalının daha sonuna geldik. Ağustos ayı için "bekle beni Didim- Bandırma-İstanbul" diyorum, daha fazla bir şey demeye de halim yok.

Biri beni İzmir'e götürsün nolur. Sevabına.

Yorgunum nan, uyumak istiyorum.

Eklemeden geçemem, o manyak Nephe'nin de doğum günü kutlu olsun. Sierra'lar helal olsun kendisine. Evek.

Şimdi uyandırılana kadar uyumaca...

Dif gene geldi saçmaladı ve gitti. Obarey.

Pazar, Temmuz 18, 2010

ebeveynler - güven sendromları - açlık



Ebeveynlerin çocuklarının arkadaşları konusunda takındıkları tavırları çoğunlukla anlayamıyorum. Kimisi çocuğunu arkadaşlarına emanet eder, hatta yanında arkadaşları varken güvende olduğunu düşünür (çocuğuna olan güven eksikliğinden mi acaba ?). Kimisi tam tersi, hiçbir durumda arkadaşlarına güvenmez, hatta her birine bir kulp takar, yerden yere vurur (çocuğunun seçimlerine güvenmediği için mi acaba ?). Bir diğer tür vardır, seçmece meyve sebze alır gibi, çocuğunun arkadaşlarından bazısını kendi doğurmuş gibi sever, bazısına da babasını öldürmüş gibi açık seçik bir kin güder (neye göre seçiyorlar anlamam doğrusu).

Benim ailem bir istisnadır bu konuda. Onlar yalnızca bana güvenirler, yanımda birinin olup olmaması, hatta olan kişinin kim olduğu onlar için önemli değildir. Yaptığım her şeyi tek başıma yapmışım gibi, gittiğim her yere yalnız gidiyormuşum gibi bir ruh hali içindedirler. Bu yüzden "aa baba bak Nephe de geliyor, hem yalnız da dönmicem eve, gidiyim mi noluuuuur" diye cıvımam hiç bir işe yaramaz, orda Nephe olsun olmasın değişen bir şey olmaz, yanında Berl veya Tumba, Def, Sam etc. hiç bir fark yaratmaz. Bu açıdan bakınca kötü bir durum tabi, kimseyi pis işlerin için kullanamıyorsun, ama işin bir de öbür yüzü var.

Onay almam - haber vermem gereken bir durum söz konusu olduğunda o onayı yalnızca bana güvendikleri için verdiklerini biliyorum. Toplanıp tatile gidilecek örneğin, ve benimkiler hiç bir sorun çıkarmadı. Biliyorum ki bu gittiğim gruptan kaynaklı değil, benim bu tatilin altından kalkabileceğime, başımın çaresine bakabileceğime inandıkları için. Bunu bilmek güzel, en azından ailemin bana ne konuda güvenip ne konuda güvenmediklerini bilebiliyorum bu şekilde. Sevgili konusunda bana güvenmezler mesela, aşık olduğumda aklımın bir karış havaya fırladığını, lodos yiyen yekenli gibi açık denize hızla sürüklendiğimi, sokağa çıkarken beynimi evde bıraktığımı, açıkça söylemek gerekirse tamamen dağıldığımı bilirler. Bu yüzden Dif'in bir sevgilisinin olması durumu onların lügatında yeni bir travma demektir.

Burdan nereye gelmeye çalışıyorum ? Bu sabah Babanne'yi Lodos'un Kenti'ne yolladım, önümüzdeki bir ay koca evde yapayalnızım. Buzdolabı bomboş, mutfak yüzyıllardır kullanılmamış gibi ve param pulum kalmamış vaziyette, aç yaşayacağım zannımca. Ama biliyorum ki ailem bana güveniyor, benim aç yaşayabileceğime inanıyorlar. Öyleyse önümüzdeki aya kadar hayatta kalmam lazım.

Anlamsız bir biçimde açlıkla terbiye ediliyorum.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Cuma, Temmuz 16, 2010

dif saçmaladı burda... ne gereksiz bir yazıdır bu...



Bu blogu bundan 2 yıl kadar önce tamamen rahatça/dürüstçe/özgürce yazabilmek için açmıştım. Ama görüyoum ki kendimi kandırmışım yine, her koşulda yine de bir şeylere bağlı kalarak yazıyorum.

Muhafazakar bir insan değilim, her çeşit insana duyduğum gibi muhafazakar insanlara da saygı duyarım (elimden geldiğince), bu da onlarla yegane alış-verişimdir zaten. Dar kafalı/kalıplaşmış insanlara keşke saygı da duymasam, ama insan sevgim elvermiyor, ne yaparsın. Ha bu arada çıkıp "yahu muhafazakarla dar görüşlü benzer değil mi?" derseniz, ben bir insanın muhafazakar olmadan, hatta son derece modern tavırlı ve hatta solcu/sosyalist/komünist/anarşist olarak bile dar kafalılığını muhafaza edebileceğine inananlardanım, ondan dedim.

Toplum baskısı şu hayatta en deli saçması gözüyle baktığım şeylerden biridir. Ha var mı, var tabi. Yok deyip inkar edemeyeceğim kadar var hem de, ama ben kendi üstümdeki etkisini minimuma indirmeye çalışırım her zaman. Öyle ya, kendi yaşama zamanımı başkalarının yaptıklarım hakkında ne düşüneceğini önemseyerek tüketemem. Bu benim varolma nedenime saygısızlık olur.

"- Felsefe yapma Dif. İki dakika felsefe yapmadan dur gözünü seveyim ha."

Aile baskısını hemen hiç yaşamadım. Hatta aile baskısı olarak yaşadığım yegane şey okul konusunda oldu. Dersler, notlar, etc. Hani aile açısından da bir takıntım yok.

Bu zamana kadar etrafımdaki insanları özenle/elimle/tek tek seçtim. Büyüğünden küçüğüne. Hatta bir noktada kendi ailemi bile kendim seçtim diyebiliriz. Hepsi insanlara önce saygı duyan, saygı duyulası insanlardır. Tepkilerini kafaya takmam gereksizdir.

E o zaman neden hala şu rahatça/dürüstçe/özgürce yazma emelime ulaşamadım ?

Cevap basit.

Kiminin engelleri dışarıdan gelir, öyle ki gözünüzle görüp dokunulabilirsiniz. Hatta insanların genelinde karşılaşılan "engellenmeler" bu biçimdedir. Bir adet de istisnai - hatta alt-grup vardır ki engellemeleri içeriden, kendilerinden gelir. Ha işte ben o salaklardandım. Ben oturduğu yerden kendi kendini engelleyenlerdenim.

Sayısal mezunu olduğum için ehem... psikolojiye dair pek bir fikrim yok - kızkardeşimin psikolog olması bir çelişkidir. Ama hani şu "üç benlik" midir nedir, bir ID vardır, süper ego falan vardır ne bileyim. İşte onları ilkelden gelişmişe göre sıralarsak, bendeki "en gelişmiş" benlik biraz fazla gelişmiş galiba, yemiyor içmiyor kafamın arkasında kazınıyor. %90'ı dolu ram gibi çalışıyor beynim sürekli. Millet bir şeyi düşünmeden yapar, boka batar, gelir bana ağlar. Ben kırk şeklini düşünür, inceler, her birinin olası sonuçlarını hesaplar, hatta bu olası sonuçların olasılık hesaplarını da yapar, burada kalmaz hesaplamaların diferansiyel hata hesabını bile yapar, sonra boka batarım. Ama istisnasız boka da batarım yani, o basamağı es geçmem. Sonra gidip kime ağlayacağımı bilemem tabi. Kendime ağlamayı denedim bir defa, kendimi çok aşağılıyorum yahu. Bildiğin ezikliyorum bu gariban bünyeyi, çok üstüme geliyorum. Fena.

Tabi emelime ulaşamamın ana sebeplerinden biri bu, ama tamamı değil. Asıl sebep, duygularım. Duygularımı kolay kolay çözümleyemiyorum artık, ifade edemiyorum bazen kendimi. Bu tabii ki içinde bulunduğum ruh hali/geçirdiğim kaotik dönemden kaynaklı olabilir. Ama daha fazlası da olabilir mesela. Mesela belki ben artık ne hissettiğimi çözemiyorumdur veya kendi kendimi anlayamıyorumdur. Veya belki ne hissettiğimi çözmekten korkuyorumdur, yada bir yazı yazdığımda millet satır aralarını okursa benim kendime bile itiraf etmekten korktuğum şeyleri farkedebilir. Ve hatta gelip bunları bana itiraf edebilir. Ben de o noktada -gerçeklerin yüzüme vurulmasından dolayı tabii ki- şoka girebilir, beynimi yiyebilir, hatta son derece şizofrenik tepkiler verebilirim. Bunlar olabilir, olası şeyler bunlar hep.

Neyse zaten bu saçma sapan yazıda satır aralarını okuyanlar bende ankisyete bozukluğu-paranoya-şizofreni üçlemesi olduğuna inanmışlardır artık. Hala inanamayanlar da bir önceki cümleyle ikna olmuşlardır bence. Daha fazla bu yazıyı uzatmak için bir sebep kalmadı sanırım, hepinize bol saçmalıklı rimirimileyler diliyorum. Şimdilik adios beybiler. Gidip kendi beynimden alınan parçalarla özel olarak hazırladığım mevsimlik beyin salatamı yiyeceğim. Huni forever.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Çarşamba, Temmuz 14, 2010

23 yaşındaki koca kadın dif...



Babannem iyice delirdi. Bir acayip insan oldu. Hayır sadece kendine zararı olsa neyse, beni de şekilden şekle sokturuyor burda.

Bir hafta kadar önce benim devasa goblen minderlerimi yıkadı. O minderler ki, üstlerinde nice insanı ağırladı, nice güzel anlara yataklık etti. Neyse, detaya girmeyelim, koca minderleri (3 adet) elinde yıkadı. Ama kurutmak için tüm karşı çıkmalarıma rağmen benim odamın 365 gün/24 saat geceyi yaşayan balkonunu seçti.E haliyle devasa kuştüyü minderler de kurumadı, içleri rutubet kaptı. Üstüne oturdun mu odayı leş gibi bir koku kaplıyor, oturana da işkence, civardakilere de.

Bu gün sabah kalktığımda o minderleri atacağıma dair imalarda bulundum. Babannem de odama geldi minderlerin durumunu kontrol etmek için. Gitti, kokladı minderleri;

"- Aaa Dif, bak kurumuşlar, koku falan kalmamış hiç."
dedi.

"- Yalan söyleme Babanne."
dedim. "Dur ben de koklayayım."

Beni adeta kovaladı, yanına yaklaştırmadı minderlerin. Aklınca kuruduklarını söyleyip beni kandıracak. Te Allahım. Sonra bana;

"- Korkut şu minderleri Dif."
dedi.

"- Nasıl yani Babanne o.0?"
dedim, mantıklı her insan gibi.

"- Onları atacağını söyle de kurusunlar."
dedi o.o".

Bununla da kalmadı tabii. İçeri gitti, saatli maarif takvimine baktı.

"- Bu gün ayın 14üymüş." dedi.

Birden aklıma geldi;

"- Obaa Babanne, doğum günüme iki hafta kalmış !" diye haykırdım.

"- Ay yeter artık, bu ne saçmalık, böyle şey olmaz, dayanamıyorum..." gibi acayip laflar etmeye başladı.

"- Yahu ne oluyorsun ?"
diye son derece aklı başında bir soru sordum ve son derece çirkin/iğrenmiş/aynı zamanda öfkeli bir biçimde açıkladı.

"- 23 oldun artık. Hatta 24 den gün alıyorsun. 23 ne be, koca kadın oldun, ıyy. Büyüme sen hiç, yeter artık. Hep genç kal, istemiyorum artık büyümeni. 23 24 derken 25 olacaksın, nerdeyse 30 oldun. Yaş 35 yolun yarısı hem. Koskoca kadın oldun artık, rezillik bu." diye haykırdı haykırdı ve son derece acılı bir yüz ifadesiyle ;

"- Ben içeri gideyim de şu çamaşırlara bakayım, belki onlar kurumuştur."
dedi. Ve içeri kaçtı. Ben nutkum tutulmuş vaziyette, kafamda binlerce saçma sapan kuruntuyla kalakaldım.


Hakikaten 23 oluyorum. Yani 23ü dolduruyorum. Çok oldu bu be. 23 ne hakikaten ? Koskoca kadın oldum, Babanne bile böyle dediğine göre kesin oldum hatta. Saatli maarif takvimi artık aleyhime işliyor, 24ten gün alacağım. Dile kolay, 24 sene. 24 senedir bu toprakların üzerindeyim. Yaşıtlarım evli barklı, çoluk çocuk gibi ikilemeler içindeler. En azından çoğu mezun oldu okullarından, işe girdiler. Ben 23 yaşında, bomboş, vasıfsız ve hatta yapayanlız bir biçimde koca kadın oldum. Bu açıdan bakınca, pek de bir bok olamadım.

Evet, her ne kadar peluş filimle yatsam da, pembeli morlu giyinip oyuncaklı takı/tokalarla sokaklarda gezsem de, süt içmemek için canımı verircesine direnip, sapık gibi online çoluk çocuk oyunlarına para yatırsam da, artka kalan zamanımı anime/cartoon izleyerek geçirsem de çocuk olmadığımın bilincindeyim artık. Kurtuldum Peter Pan sendromumdan. Ama koca kadın olmak da çok fazla be. Ben daha destur, 20li yaşlarıma geldiğime yeni alışmışken ne bu koca kadın olmak falan ? Zaman bu aralar biraz fazla hızlı gidiyor kanımca. Hoşlanmıyorum bu durumdan.

Şaka maka koca kadın oldum ben ya. Ne yani, genç kız değil miyim artık ben ?

-biterken shakira - waka waka (this time for africa) bininci defa çalıyordu. tsamina mina zangalewa cuz this is africa !




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Salı, Temmuz 13, 2010

cake - sheep go to heaven



(bkz. günün şarkısı)

I’m not feeling alright today
I’m not feeling that great
I’m not catching on fire today
love has started to fade
I’m not going to smile today
I’m not gonna laugh
you're out living it up today
I’ve got dues to pay

And the grave-digger puts on the forceps
The stone mason does all the work
The barber can give you a haircut
The carpenter can take you out to lunch

I just want to play on my pan-pipes
I just want to drink me some wine
as soon as you're born you start dying
so you might as well have a good time

Sheep go to heaven
Goats go to hell
Sheep go to heaven
Goats… go to hell

I don't wanna go to sunset strip
I don't wanna feel the emptiness
bold marquees with stupid band names
I don't wanna go to sunset strip
I don't wanna go to sunset strip
I don't wanna feel the emptiness
Bold marquees with stupid band names
I don't wanna go to sunset strip

And the grave-digger puts on the forceps
The stone mason does all the work
The barber can give you a haircut
The carpenter can take you out to lunch

I just want to play on my pan-pipes
I just want to drink me some wine
As soon as you're born you start dying
So you might as well have a good time

Sheep go to heaven
Goats go to hell
Sheep go to heaven
Goats… go to hell

And the grave-digger puts on the forceps
The stone mason does all the work
The barber can give you a haircut
The carpenter can take you out to lunch

I just want to play on my pan-pipes
I just want to drink me some wine
As soon as you're born you start dying
So you might as well have a good time

Sheep go to heaven
Goats go to hell
Sheep go to heaven
Goats… go to hell



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazartesi, Temmuz 12, 2010

aynı - benzer - farklı - aynı... aynı...



O bir dişi. 20'li yaşlarını çoktan eskitmiş, 30'lu yaşlarına yelken açmış vaziyette. Hayatında iki kişiye aşık oldu. Aslında daha çok "delicesine sevdi" diyebiliriz bu durum için. İlk eleman önce hayatını zindana çevirdi, sonra başına yıktı, sonra da çekti gitti. İkinci elemanaysa ilkinin kendisine yaşattıklarını yaptı bilmeden, sevdi ama çok sıkıldı ve bu defa çekip giden kendisi oldu. Adam hala enkaz.

Daha sonra ufak tefek ilişkileri oldu - çoğuna ilişki bile demiyor kendisi. Dün akşam üstü yeni biten ilişkisini masaya yatırmış otopsi yaparken çok ilginç bir laf etti :

" - Farklı bedenler, farklı kişilikler, farklı ilişkiler ama sonuç aynı Dif."

Gerçekten öyle. Sonuç aynı.

Biriyle birlikte olmaya başladığınızda (eğer yeterince seviyorsanız tabii, sallamasyon ilişkilerden söz etmiyorum) hayatınızın merkezi bir anda sadece ona dönüşüyor. Seviyor, seviliyor, mutlu oluyor/ediyor, huzur buluyorsunuz. Sanki hayatınız boyunca havada kalan soru işaretleri yere iniyor ve hayatınızdaki boşlukları dolduracak taşlara dönüşüyor. Her şey en başında mükemmel oluyor, hatta şanslıysanız kendinizi "dünya üstünde yaşanmış/yaşanacak en büyük aşkı yaşıyor" ilan ediyorsunuz.

Şaka maka, hepimizin yaşadığı aşklar (kelimenin hakkını vererek yaşadığı aşklar) efsane aşklar değil midir ?

Sonra... Sonrası malum. Sonuç aynı. Benzer olaylar/ aynı sebeplerden, farklı olaylar/benzer sebeplerden hepimiz aynı sonuca ulaşıyoruz.
İlişkinin ne kadar sürdüğü bile önemli değil, uzun veya kısa yollardan son durağa gidiyoruz hepimiz.

Ayrılıyoruz.



-son 10 dakikadır bu kelimeden sonra ne yazabilirim diye düşünürken buldum. hiçbir şey.




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazar, Temmuz 11, 2010

hepimizin canı cehenneme...



Ve Dif uykusuzluktan öldüğü bir sabah gene şanlı fikirleri ve engin hayat görüşüyle sizlerle.

"- Kelin merhemi olsa kendi başına sürermiş a Dif."

Bizler benmerkezci varlıklarız. İnsanoğlu böyle. Yaratılırken harcımıza deniz kumu mu katmışlar, malzemeden mi çalmışlar bilemiyorum, ama böyleyiz işte. Dürüst olun kendinize (hatta aynı anda ben de yapayım bunu o yüzden biz demek en mantıklısı), hiçbir şekilde kendimizi düşünmediğimiz, en ufak bir çıkarımızın bile olmadığı ne yaptık bu güne kadar ? Hayatıma dair aklıma gelen karelerde yaptıklarımı incelediğimde "yok" diyorum ben. Hani en masum, en fedakar anları bile alsam yok, ucundan bucağından bir şeyler geçmiş elime. Hiç hesaplamadığım faydalar görmüşüm her yaptığım güzel şeyden. Sanki beynimin bir köşesi ben eyleme geçmeden oturmuş, incelemiş, çarpmış bölmüş, bana ne getirir benden ne götürür çetele tutmuş ve onaylamış, ben de yapmışım. Melek kesildiğim anlarda bile amma bencil, amma çıkarcı, amma fırsatçıymışım meğersem. Ne belaymışım, ne içten pazarlıklıymışım meğersem.
Hani ben burda kendimi yerin dibine soktum diye, olayı vurun kahpeye çevirmeyin. Siz de öylesiniz. Hepimiz öyleyiz. Bana bakacağınıza kendinize bakın, hanginiz almadan verenlerdensiniz ? Hangimiz almadan verenlerdeniz ?
Hiçbirimiz.

Bu konuda yazılmış çok şey var, bir o kadar daha yazılır bence. Neyse konumuz bu değil. Sabahın 6 sında beni buraya diken zımbırtıya gelmek istiyorum.

En çok zararı en yakınlarımıza veriyoruz. Ve en çok borçlu olduğumuz kişiler de onlar.


Yolda yürürken çantama astığım hırkam yere düşüyor. Biri durup yerden alıp bana uzatıyor. Gülümsüyorum ve TEŞEKKÜR EDİYORUM. Ama hayatlarının bir kısmını geçiren, benimle yaşama zamanlarını paylaşan insanlara henüz HİÇ teşekkür etmedim.

Gene aynı yolda yürüyorum ve birine çarpıyorum. Durup (onca işimin gücümün acelemin arasında) ÖZÜR DİLİYORUM. Ama onca yıl, onca zaman benimle birlikte olmuş (ve haliyle sokakta üstüne yürümekten daha kırıcı pek çok şey yaptığım) insanlardan henüz HİÇ özür dilemedim.

Arada bir görüştüğünüz, iş yerinde-okulda denk geldikçe gördüğünüz, hatta belki yüzünü bile adam gibi görmediğiniz, üç-beş saat muhabbetten bir parmak daha fazla şey paylaşmadığınız birinin yüzüne telefonu kapatırsanız ondan özür dilersiniz. Çok özür dilersiniz. Türkçe'deki mevcut tüm özür cümleleriyle yaparsınız hatta bunu. Ama sizin için çok derin anlamlar ifade etmiş birinden hiç özür dilememişsinizdir mesela. Hani olur ya, gözünün içine baka baka kırmışsınızdır kalbini, paramparça etmişsinizdir hatta. Ama bunun için özür dilemek, telefonu kapattığınız için özür dilemekten çok daha gereksizdir. Yoksa neden özür dilemeyesiniz ki ?

Telefonun öbür ucundaki yaptığınız terbiyesizliğe bir anlık bozulmuştur, oysa kalbini kırdığınız kişi belki sizin için göz yaşı dökmüştür.

Dif gene oturmuş burda uykusuzluktan zırvalıyor işte.


Benim için göz yaşı dökmüş herkese bana bu kadar değer verdikleri için teşekkür ederim. Ve o göz yaşları için... özür dilerim.

"-Sorunlu musun nesin kızım, git yat."


- biterken Marco Granados'un flüdü bana eşlik ediyordu.




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Cuma, Temmuz 09, 2010

hatun - felek - yaz - lazımlık kombinasyonu...



Nereden bakarsan bak, hayat güzel. Kaybedilemeyecek kadar güzel.
Yaşadıklarımın hiçbirinden pişman değilim. Yaşayamadıklarımdır beni eksik bırakan.



Dün gece dört hatun felenkten bir gece çaldık. Hatun muhabbeti bambaşkadır ya. Sakinleştirici gibi, düzenli olarak belli bir doz almak lazım. İyi geliyor, iyileşme sürecini hızlandırıyor. Alternatif tıp gibi bir şey bu.

Ama fazlası da zarar, mesela sabah 9 dan önce yatmak lazım. Yoksa benim gibi akşamın 10 una kadar rüyalar aleminde... obarey...

Neyse öyle işte.

Buraya deliler gibi yaz geldi. Hatta çöl iklimi geldi. Kavruluyoruz.
İçinde yer almadığım sürece yazı seviyorum. İçinde yer alıp erimeyi sevmiyorum.

Yazın yazlık yerlerde kız olmayı seviyorum. Böyle mini şortlar, ince askılılar falan. Ama Başkent'te pek tadı çıkmıyor. Aslında benim gibi mal olmamak ve çıkarmak lazım. Mini şortlar, elbiseler, ince askılılar falan gezinmek lazım.
Başkent'i yeniden gezmek lazım.

Hayatın güzelliklerini kaçırmamak lazım. Yaşamak lazım.


Bu blog giderek bir "lazımiyetler (!) listesi"ne dönüşmekte. "Bu aralar bana ne lazım ?" diyerek arada bir açıp açıp bakmak lazım.

Bir daha bu kelimeyi (lazım) kullanmayacağım -.-".

Ne zırva bir yazı oldu ki bu...


-biterken tepedeki çok şahane parça çalıyordu. WO HO !

Çarşamba, Temmuz 07, 2010

hıck...

Canım yanıyor.
Kalbim taş kesilmiş, midemin olduğu yerde bir boşluk, beynim kara delik gibi. Her şeyi zamandan geri çağırıp içine çekiyor. Kara delik gibi..

Canım yanıyor. Çok...
Bu hakikaten fiziksel bir acıymış. Ruhsal bir acı fiziksel bir hale gelebiliyormuş. Hatta bu acı insanı da boğuyormuş. Millet ben ölüyorum. Siz sağlıcakla kalın.

Kabus olsun isterdim. Uyanamıyorum.
Demek ki kabus değil.
Demek ki bu gerçek.

Tüm gece toplamda 1 saat uyudum, bol bol uyanarak. Hani son beş haftadır zaten uyku bana haramdı ya, bu defa haram gibi de değildi. Bu defa lanetti sanki uyku. Uyuyup unutmak isterken aynı zamanda uyanmayı istemek... Anlamsızlık...

10 dakika kadar önce uçukladım. Sonunda bu da oldu. Evet.
Zaten suratımdaki bilimum sivilcelerin nüfusu artışa geçmişti. Bir de uçukladım. Nefis oldu nefis.

Şu an aklı başında bir insanın nasıl katil olabileceğini anlamış vaziyetteyim.

Yer yüzünden silinsinler istiyorum. İkiside.
Cehennem olsunlar ya.
Nolur olsunlar ya.

Meğer ayrıldıktan sonra işler pisleşiyormuş. Ayrıldıktan sonra taraflar mutasyon geçirip birer "acı-verme-makinesi" ne dönüşüyormuş. Bunu ben de yapabilirdim.
Yapmamayı seçtim.
Ama bana yapılması elimde değilmiş meğersem.

Meğersem insan ayrıldıktan sonra bile aldatılabilirmiş.

Anlıma büyük harflerle ENAYİ yazdılar lan !

Salı, Temmuz 06, 2010

oceana - cry cry



(bkz.günün şarkısı)


When she was a young girl
She used to play with me
I was her best friend
We were inseparately
We loved to ride our bikes
Playin’ hide and seek
Sneaking all the night
Dancing in the street
I look back at the time
Now i realise
She loved to play with fire
I should have seen it in her eyes
I should have seen it in her eyes
Deep inside, you cry cry cry
Don’t let your hopes,die die die
Deep inside, you cry cry cry
Don’t let your hopes,die die die
Na,na,na,na,na,na,na
Na,na,na,na,na,na,na
She fell in love for the first time
He was older than her
Then he made her do things
First she wouldn’t tell
She left everything behind
Couldn’t find a place
Running through the night
Loosing all her faith
She throws away the pain
Turning off her lies
But still she makes it seem like everything’s alright
Like everything’s alright
Deep inside, you cry cry cry
Don’t let your hopes,die die die
Deep inside, you cry cry cry
Don’t let your hopes,die die dïe…

Cumartesi, Temmuz 03, 2010

isteklerim... amma komedi nan o.0



Gece olmasın istiyorum. Nefesim daralıyor yahu. Basıyolar yahu.
Dün geceyi yaşadıktan sonra geceler olmasın, günler solmasın, facebook çöksün, geberip gitsin istiyorum.

Anlatmak bile istemiyorum. Hatırlamak bile istemiyorum. Hafızam silinsin istiyorum.

Hafızam silinsin istiyorum.

Hafızamı sildirmek istiyorum.

Laguna'nın nerede olduğunu bilen var mı ?
Parası neyse çalışır öderim.

Nerede bu Laguna ?!

Cuma, Temmuz 02, 2010

çelişkiler... hö ? o.0



İş buldum. Çok mutluyum.

Ser verip sır vermiyorum bu konuda. Utanmaz gibi sürpiriz yapma peşindeyim.

Hayatımı düzene koymam gerektiğine inanıyorum. Ne kadar saçma cümleler kuruyorum.

Lanet olsun ki, O'nu seviyorum.

Ayamanoff... Mutluluğumun bile tadını çıkaramıyorum.

Beceriksizim lan ben !



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.
Related Posts with Thumbnails