Pazartesi, Eylül 27, 2010

etkili blog iletişimi - etkisiz dif elemanı



Hepimizin son derece gizli ve kolay kolay ortaya çıkmayan bir yetisi var : Empati kurabilmek.

Sizleri bilmem ama bu empati kelimesi benim hayatıma Çocuklar Duymasın dizisi ve Etkili Aile İletişimi benzeri isimleri olan bir kitap serisiyle girdi. Önceleri sadece kulağa hoş gelen ama anlamı havada asılı kalmış bir kelimeyken zamanla doldu içi. Önceleri sadece kulağa hoş geldiği için (ve bilimum tartışmalarda karşı tarafı bozmak için) kullanılırken zamanla günlük dilimize yerleşti.
Ama nedense hayatımıza hiç yerleşemedi.

Oturup anlattığım takdirde saatler alabilecek ancak gerçekte ütopik olan hayat felsefeme göre (vays ne de afili bir giriştir bu, kendimi adam sandım burda, sırıtıyorum şu an) (boru mu oğlum, hayat felsefem var benim) yaşadığın her anı maksimum kapasitede yaşaman lazım gelir. Kastettiğim şey her dakika yeni bir atraksiyona girmek değil tabi ki, daha çok yaşadığın her anı sana eşlik edenlerin de açısından yaşayabilmek. Empatinin doruğa ulaşma durumu da diyebiliriz bunun için, veya kendini aşmak, bilemiyorum. Ama ancak bu şekilde bir ana birden fazla an sığdırılabilir, bu yolla bir yaşam süresi içinde birden fazla hayat yaşayabiliriz. Sonuçta bir olayı / durumu yaşamak o olayın / durumun içinde yer almak veya etkilenmek anlamına geliyorsa bir olay / durum içerisinde yer alan her kişinin açısından bakabildiğimizde... Uff bu cümlenin sonu gelmez sanırım ama anladığınızı umuyorum, benim anlatımlarımın çarpıklığına rağmen :).

Başımıza ne gelse - ki buradaki şahıs kendimiz olmak zorunda da değiliz, sevdiklerimizden herhangi biri de olabilir - genellikle kurduğumuz bir cümle var ; "her şey insanlar için." Evet, bu böyle. Bu hayat her türlü açısıyla tüm yönleriyle bizler için, biz yaşayanlar için. Her türlü saçmalık biz yaşayalım diye var, her türlü tecrübe biz edinelim diye konmuş. Bizim için tasarlanmış 3D bir eğitim programı bu hayat, her anı her detayı bizi bir adım öteye götürmesi için dizayn edilmiş. Tüm acıları, tüm zevkleri bize ait, her durum bizlere yönelik.

Karşımızdaki kişiyi acımasızca eleştirmek her zaman en kolaydır denir ya, aslında en tatlı olandır. Birini eleştirmeye başladığımız anda özgüvenimiz yükselişe geçer, eleştiri ne kadar sertse özgüvenin tavan yapması da o kadar hızlı olur. Çünkü eleştirinin bir temeli var; "ben senden bir adım öndeyim ki hatalarını görebiliyorum." düşüncesi. Öyle ya, bir adım önde olamadığım adamın eksikliklerini nasıl görebilirim ? Ondan bir gömlek üstün değilsem yerden yere nasıl vurabilirim ? Bu düşüncenin bir sanrıdan ibaret olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım, zira bence en çok eleştirenler en düşük özgüvene sahip kişilerdir. Ben mesela deliler gibi eleştiririm, hatta biraz abarttığım anda kavgada söylenmeyecek sözleri söylerim, çünkü ben özgüveni çok yüksek olmayan biriyim.

" - Sert bir genelleme yaptığında ilk örneği kendinden ver ki (hatta kendini itin götüne sok ki) millet yumuşasın. Afferim Dif afferim."

Her neyse, konudan sapmayalım.
Katil olmanın sadece an meselesi olduğu bir dünyada biz kimiz ki başka bir insanı eleştirebiliyoruz ? Hem de sadece kendi özgüvenim depomuzu doldurmak için ?
Bu gezegen üzerinde bu güne kadar her türlü olay / durum her an bizim de başımıza gelebilecekken ne cesaret ne cüretle bir diğerini yargılayabiliyoruz ?
Kendimizi onun yerine koyup olayı / durumu net bir şekilde kavrayabilecekken neden nanik yapmayı tercih ediyoruz ?
Ve bunu kavradığımız takdirde bir benzer durumda kaldığımzda önceden hazırlıklı olma şansımız varken insanları anlayabilmeyi / empati kurabilmeyi karşı tarafa sunulan bir lütuf gibi görüyoruz ?

Empati yetisini kullanmak bizim yalnızca insanları anlamamıza yardımcı olmaz, kendimizi anlamamıza da yardımcı olur. Aynı şekilde yalnızca iletişim kurmamızı kolaylaştırmaz, bizi hayata karşı çok daha deneyimli kılar.
Empati kurmanın karşı tarafa verilen bir ödülden çok, yemek yapabilmek gibi hayatta kalmamızı kolaylaşyıracak bir yeti olduğunu keşfettiğimiz gün birden çok hayatla beslenebileceğiz. Diğerinin penceresinden bakabildiğimiz gün... İşte o gün insanoğlunun ömrü hakikaten uzamış olacak.

Ben tüm hayatım boyunca aynı pencerenin önünde oturup aynı manzarayı seyretmek istemezdim, ya siz ?



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Pazar, Eylül 26, 2010

ben ölmeden önce bir sürü işim vardı...



Dif'in ölmeden önce yapmak istediği şeyler;


- Dilini bilmediğim bir avrupa ülkesinin herhangi bir şehrine gidip orada bir hafta tek başıma yaşamak.

- Analog bir fotoğraf makinesiyle bir seri çekmek ve o fotoğrafları bastırıp evimin bir köşesine asmak.

- Karanlık odada fotoğraf basmayı öğrenmek.

- Motorsiklet ehliyeti almak, ardından da bir Harley Davidson.

- Uçak kullanmayı öğrenmek ve dolayısıyla bir defa bile olsa kullanmak.

- Tokyo'da doya doya bir ay geçirmek.

- Bir belediye otobüsü dolusu insana Eryaman'dan Kızılay'a kadar koro halinde şarkı söyletmek.

- Birkaç ciddi organizasyon yapmak.

- İnsanların hayatlarına yeni bir yön vermeye yardımcı olacak konuşmalar yapmak.

- Bir masal kitabı yazmak.

- Bütün bir haftayı detoxa ayırmak ve o hafta boyunca kendime hakim olmak.

- Biri avrupa dili biri uzakdoğu dili olmak üzere en az iki dil daha öğrenmek.

- Ölmüş bir dili öğrenmek.

- Yamaha 211 almak.

- Elimde flüdümle - ve çalmak suretiyle - bir avrupa kentinin sokaklarında yürümek. Aklımda şehir konusunda seçenekler bol, herhangi biri olabilir.

- Bir sporu düzenli olarak yapmak. Kick boks tercihimdir.

- Rafting yapmak.

- Yeniden ormana kampa gitmek. Ama bu defa en az bir hafta.

- Anathema konserine gidip doyasıya ağlamak. (bu da nasıl psikopat bir istektir)

- Sevgilimle İstanbul sokaklarında elele ve amaçsızca dolanmak.

- Aynı şeyi ayrupada da yapmak. (avrupa saplantısı böyle bir şey)

- Casette'den bir çift ayakkkabı almak.

- Uzun deri ceket, mini etek, postallar ve file çoraplarla ortalıkta gezinmek. Bir günden daha fazla olmaması tercihimdir, zira fenalık gelebilir.

- Şu okuldan mezun olmak.

- Sağlam bir Cake konserine gitmek.

- Sabahın dördünde Jimmy'le elimizde içleri sıcak çikolata dolu termoslarla dışarı çıkmak.

- Mükemmel bir caz festivaline katılmak.

- Hatunlarımla efendi gibi bir Kaş tatili yapmak.

- Devasa bir yağlıboya tablo bitirip asmak.

- Sokak çocuklarıyla sokak duvarlarına resimler yapmak.

- Evimin duvarlarını tek başıma veya sevgili ekibimle boyamak.

- Sigarayı bırakmak.

- Bahçeli bir eve sahip olmak. Ve orada yaşamak :).

- Eğitim sisteminde büyük yapıcı atılımların yapılmasına şahit olmak.

- Nephe'ye bu senekinden daha büyük bir doğumgünü partisi düzenlemek.

- Kendi mekanımı açmak. Çok sermaye lazım çok.

- Bir (mümkünse daha çok) yemek kursuna katılmak ve daha sonra bu işte çalışmak.

- Kusana kadar kıtır şekerli donut yemek.

- Kendi tasarımlarımı giymek.

- Bir albüm kapağı tasarlamak.

- Bir müziklade oynamak.

- Yeniden sahneye çıkıp şarkı söylemek.

- Bir de yetimi kaybetmeden ve ölmeden önce çocuk yapmak. Oyh.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

sosyal bir varlık olma yolunda...



Sosyalleşmek...

Tek bir kelime, bu kelimenin yarattığı devasa karmaşa. Kaos.

Beş senelik bir asosoyalite durumunun insan hayatında ne kadar yeri olabilir ki ? Bu beş seneye kayıp diyebilir miyiz ? Beş senelik bir duraklama dönemi olabilir mi bu ?

Abartmayalım, o kadar da değil.

Sosyalitenin minimumda aşkın maksimumda olduğu bir beş sene geçirdim. Beş sene boyunca tek bir insanla yaşadım ben. Kabul etmesi zor olabilir, "yok canım Dif, devenin kuyruk sokumu artık, daha neler." diyebilirsiniz ama gerçek bu.

Asosyalitenin sosyofobiye dönüştüğü o ince çizgide geçen beş yılın ardından pat diye halkla ilişkiler müdürüne dönüşmek de çok kolay olmuyor. Bir yandan kendini ezikleyip olmayan özgüvenini edinmeye çalışırken, bir yandan da insanların sana kızmalarıyla uğraşıyorsun. Çünkü bu durum insanların sana bakışını değiştiriyor. Yeni tanıdığın insanlar senin hakkında gerçek olmayan yargılara varıyorlar, sonra da seni bu yalan yanlış yargılara dayanarak eleştiriyorlar. "Eyvallah" diyorsun, "amma da salak" diyorsun, "o kim ki be" diyorsun, az biraz bozulup ertesi güne unutuyorsun.
Bu durum bile o dönemde yeterince berbatken en yakınların bunu daha da berbatlaştırma çabasına giriyor nedensizce. Sen her şeye sıfırdan başlamaya çalışıp bir yandan da ayrılık acısı çekerken en yakınların seni en çok taşlayanlar oluyor genelde, gereksizce kızıyorlar, gereksizce söyleniyorlar.

" Kendine gel artık Dif."

" Kendine acilen bir hayat kur Dif."

" Çık biraz dışarı da yeni insanlarla tanış Dif."

" İnsanlarla iki kelime konuşamıyorsun Dif."

" Ne demek anlatabileceğim bir şey yok ? Azıcık sokağa çıksan, bir etkinliğe katılsan bak nasıl olur Dif."

" Kimseyle konuşmazsan tabi cümle kuramazsın Dif."

" Türkçe'yi bile unuttun artık, biraz kitap oku Dif."


" Bomboş insanlarla bomboş işlerle vakit öldüreceğine biraz kendini geliştir Dif."

" Sen hakikaten çok boş biri oldun çıktın Dif."



E ama yeter.
Aklı olana bir laf bir defa edilir. Beş sene diyorum, tek bir kişi diyorum, okula bile uğramadım diyorum. Kitapçıya gitmedim ki kitap alayım, dünyadan haberim olmadı ki etkinliğe katılayım.
O arada boş bir insana dönüşmüşsem ne yapabiliriz ki zamanı bükemediğimiz sürece ?

" Bunlar bahane değil Dif."

" Yapmak istesen sen neler yaparsın Dif."

" Tamam haklısın ama artık böyle yaşama lütfen Dif."

" Bomboş birisin ve öyle devam ediyorsun Dif."


Bu "doluluk" dediğimiz şey ne zamandan beri gökten iniyor ?
İlişkim bitti, biraz zaman geçti ve durum da offical bir hale geldi. Sonra elleri kaldırdım göğe, "Medet!" dedim, oyh... O nasıl bir bilgi akışı ki sorma. Aydınlandım bir anda, eriverdim hop diye. Oh mis valla.
Öyle olmuyor bu işler güzel kardeşim.
Bunlar zaman işi. Günde maksimum kaç film izleyebilirsin ? 4 ? 5 ? Haftada kaç kitap bitirebilirsin ? 5 ? 7 ? Ayda kaç etkinliğe katılabilirsin ? 6 ? 9 ?
Beş senede kaç film çekildi ? Kaç kitap yazıldı ? Ne etkinlikler oldu ?
Al kalemi kağıdı, otur hesaba dök bu işi. Güzelce bir oran kur bana, öyle gel karşıma. Gerçekçi ol, beş senenin açığını beş ayda kapatamayacağımı kabul et.
Sonra da çabalarımı takdir et.

" Garsondan çatal isteyemiyorsun Dif."

" Egon bittiğinde panik yaşıyorsun Dif."

" Birini ararken elin kolun boşalıyor Dif."

" Sokağa çıkamıyorsun Dif."

Hadi oradan, uydurmayın. Aştım bunları artık. Beş ay aldı ama aştım. Garsondan bırak çatal istemeyi, telefon numarasını bile isterim. Hatta elim kolum titremeden ararım bile herifi. Egom bittiğinde bunu tüm otobüse haykırırım, bir an düşünmem. Sokağa çıkmaya gelince, eve girdiğim mi var ki ?

" Evet ama daha fazlasını yapman lazım Dif."

" Çevreni genişletmeli, yeni insanlarla tanışmalısın Dif."

" Flüt yeterli değil, bir adet dil bir adet de dans kursuna katılmalısın Dif."

" Okula düzenli gitmelisin, dersin olmasa bile kütüphanede çalışmalısın Dif."

" Haftada 10 kitap bile az sana."

" Her gece iki film değil on iki film izlemelisin Dif."

" Tek iş yetmez, en aşağı iki part-time işin olmalı Dif."

" Ne haftada dört gün mü dışarıdasın ? En az yedi gün çıkmalısın Dif."

" Günde 6 saat değil 2 saat uyumalısın Dif."

" O açığı acilen kapatmalısın Dif."


Ben beş sene boyunca tek bir insanla yaşadım diye de bokunu çıkarmayın yahu.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Cumartesi, Eylül 18, 2010

difle hayata dair zırvalar... bu dif hep zırvalar...

Bu defa Muzicons bana yetmedi, Grooveshark'a bağlanalım dedim. http://listen.grooveshark.com/#/s/The+Guitar+Man/2DEj3c . Açamayanlar için ; Cake - The Guitar Man.


Hayatıma giren çıkan hemen hemen tüm insanlar bir şeyler götürmüştür benden, herkesin hayatında olduğu gibi. Ama elleri boş gelmemiştir hiçbiri, bir şeyler de getirmişlerdir hani yanlarında. Ve her kibar misafir gibi getirdiklerini bırakıp gitmişlerdir - ki biz buna "katmak" diyoruz. Ha her zaman getirdikleri/götürdükleri oranı 1 çıkar mı ? Hayır. Çoğu zaman küsüratı vardır bu işin. Ama o kadar ufağını hesap etmem genelde, zaten konumuz da küsüratlar değil.

P.S : İnanır mısın, konumuzun ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Neyse, konumuz bu da değil galiba.

Bu güne kadar tüm bu "misafirlerime" teşekkürü borç bilmiştim, bana kattıkları için. Aslında hala şükran doluyum onlara karşı tabii, ama artık o kadar da önemsemiyorum sanırım. Sonuçta hiçbiri giderken teşekkür etmedi - pek çoğunu fırsatı olmadı gerçi ama bu bir mazeret olmamalı ha ? Teknoloji çağındayız, hepimiz kibarlıktan kırılmaktayız, günümüzde teşekkür edebilmenin milyonlarca yolu var. Çiçek göndermek, hoş bir mail atmak, duygu dolu bir sms yollamak, anlam yüklü bir çağrı bırakmak... Dalga geçiyorum tabii ki :).

İnsanlara o kadar önem vermiyorum artık sanırım. İnsanların yaptıklarına, yapamadıklarına, düşündüklerine, düşünemediklerine, hissettiklerine, hissizliklerine o kadar da aldırmıyorum. Kendime göre yaşamaya başladım sonunda, kendime dönük - belki biraz narsist bir yaşam. Kendimi diğerlerinden daha çok düşünür oldum, her şeyin başını kendim olarak görmeye başladım. Komik bir biçimde kendi kendime de aşılamadım bunu, bir film izleyip üç kitap okuyarak girmedim bu yola, öylece oluverdi işte. Tamamen doğal yollardan, tamamen içimden gelerek - veya hep içimde var olup şimdi ortaya çıkmaya niyetlenerek. Durup dururken kendimi önemsemeye başladım, gökten inme bir bilinç açılması hali :P.

Ama halimden de memnunum. Daha mantıklı, daha düzenli, daha bilinçli oldum pek çok konuda. Hayata biraz daha farklı bakmaya başladım, kendime dair gelecek planları yapmaya başladım, değer vermem gereken şeylere daha çok değer verebilmeye başladım. Adam oldum, yola geldim. Maşşallahım var. Dil ısırtıp dudak uçuklatmaktayım.
Yok, o kadar da adam olamadım galiba. Hala cıvığın tekiyim afedersin.

Mühim olan şu ki, her şey kendimizle başlayıp kendimizde bitiyor. Biz var dersek var, yok dersek yok oluyor. Biz hissettiğimiz sürece canımız yanıyor, biz kurduğumuz sürece işler karmaşıklaşıyor. Biz inandıkça gidilmeyecek yolda sürünüyoruz, biz bir şeyi yapmaktan/yaşamaktan vazgeçince 100% olasılıklar bile 0.000001% lere iniyor. Oradan bakınca Secret yapıyormuş gibi bir havam olabilir ama o kadar iddalı değilim, abartmayalım.

Önemli olan ciddiye almadan ve sahiplenmeden yaşamak. Bu şekilde yaşayarak anın hakkını vermek. Beş dakika sonrasını planlayıp sırtını buna dayayarak yaşayamıyor insan. O beş dakika sonrasının garanti etmek sana bu anı yaşamana yetecek güveni veriyorsa git kendine güvenmeyi öğren koç.
Önemli olan sonuna kadar yaşamak, eksik bırakmadan. Sonradan "keşke" demeye fırsat vermeden.
Hangi çukura girersen gir, dibini görmeden çıkma. Dibini görünce de oyalanıp vakit kaybetme. Zaman aleyhimize işliyor, daha yaşaman gereken bir hayat var.

Neyse, içtim ve saçmalıyorum. Olay bundan ibaret sanırım.

"- Senin sarhoş muhabbetin de hiç çekilmiyor be Dif."


Öpüyorum hepinizi gül yanaklarınızdan.



Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Salı, Eylül 14, 2010

öyle gereksiz bir veda..



"- Nereye gidiyorsun?" dedim.

"- Buradan uzaklara." dedi.

"- Neden?" dedim.

"- Milyonlarca sebebi var." dedi gözlerini devirerek.

"- Peki ya ben?" dedim.

"- Sen en büyük sebepsin." dedi.

"- Nasıl?" dedim.

"- Artık seninle kalamam. Zaten gereğinden fazla kaldım senin içinde. Artık bana ihtiyacın yok, en azından sen böyle düşünüyorsun." dedi.

"- Üzerine alınman gereksiz." dedim. "Seninle ilgili değil bu artık, benimle ilgili. Yaşadıklarımla."

"- Benimle konuşma şeklin bile artık beni istemediğinin bir göstergesi." dedi.

"- Benim suçum var mıydı peki?" dedim.

"- Hayır, suç sadece zamandaydı." dedi. "Yanlış olan zamandı, zamanlama hatası yapıldı yine."

"- Yine geç kaldım desene." dedim.

"- Geç veya erken, ne fark eder ki? Önemli olan zamanlamanın yanlış olması." dedi içini çekerek.

"- Canım yanıyor hala." dedim.

"- Ben gidince geçecek." dedi.

"- Sen gidince en önemli parçam gidecek." dedim.

"- Sen her koşulda bir bütünsün. Benim gitmem seni eksiltmeyecek, sadece yeni bir parça için yer açılacak içinde." dedi.

"- Sen olmadan yaşayabileceğimi sanmıyorum." dedim gözyaşlarımı zorlukla tutarak.

"- Ölmediğin sürece yaşarsın, bunu sen de biliyorsun." dedi.

"- Nasıl devam edeceğimi bilmiyorum ama." dedim.

"- Zaman en büyük öğretmendir. O sana bensiz yoluna nasıl devam etmen gerektiğini gösterecektir." dedi.

"- Gitmeni istemiyorum. Hiç bir şey senin gitmenle yoluna girmeyecek." dedim.

"- Şeyler her zaman yolundadır zaten. Bunu görmek için sadece bakış açını değiştirmen lazım." dedi.

"- Ama yine de birlikte devam edebilirdik." dedim bir umutla.

"- Zamanım dolalı çok oldu. Ve senin artık farklı bir yolda ilerlemen lazım. Birlikte devam etmeye çalışmak sadece mutlak ayrılığımızı biraz erteleyecek." dedi.

"- Seni çok özleyeceğimi şimdiden hissediyorum." dedim.

"- Ben gidince özlem de hislerin de geçecek." dedi.

"- Hislerimi kaybetmek istemiyorum ama. Seninle birlikte gitmek zorundalar mı?" dedim.

"- Bu kadar acıyı çekmenin sebebi de onlardı. Ben onlarla bir bütünüm, birlikte gitmek zorundayız. Biz gidince bu acı da geçecek." dedi.

"- İnanmıyorum buna." dedim başımı hayır anlamında sallayarak. "Bu acı hep içimde kalacak, yalan söylüyorsun."

"- Yalan söyleyebileceğimi düşünmen artık bana ihtiyacının olmadığının bir göstergesi." dedi.

"- Sen gittikten sonra sakat kalacağım. Bir yanım eksik kalacak hep." dedim.

"- Evet, bu konuda haklısın. Sakatlık sadece fiziksel bir anlam taşımaz. İnsan duygusal olarak da sakat kalabilir." dedi büyük bir ciddiyetle.

"- Hala gitmeni istemiyorum." dedim.

"- Sen gitmen gereken zamanı öğrendin bir süre önce. Ve hayatın akabilmesi için bazen gitmek gerektiğini de... Bunu ben yaptığımda neden isyan ediyorsun?"

"- Olanlardan dolayı beni suçluyorsun." dedim başım öne eğik.

"- Ortada bir suç yok ki seni suçlayayım? Ama biliyorum ki yeni yolunda ben sana sadece bir yük olacağım. Bensiz daha rahat devam edebileceksin." dedi.

"- Geri gelecek misiin peki?" dedim.

"- Sadece tek bir şarta bağlı bu galiba." dedi.

"- Neymiş o şart?" dedim.

"- Belki bir gün bu dünyaya arkanda kendinden bir şey bırakmaya karar verirsin. O zaman eskisinden daha kuvvetli gelirim." dedi.

"- Onun dışında bir ihtimal yok yani." dedim.

"- Öyle görünüyor şimdilik. Ama hayat bu, hiç belli olmaz." dedi.

"- Şu ana kadar varlıklarından dolayı gururlandığım tüm yetilerim gidecek sen gidince." dedim.

"- Mesela ?" diye sordu kaşlarını kaldırarak.

"- Affedemeyeceğim artık."

"- Affetmek yerine umursamıyor olacaksın." dedi.

"- Sevemeyeceğim." dedim.

"- Ve acı da çekmeyeceksin." dedi.

"- Şefkat, merhamet hepsi gidecek." dedim.

"- Bu dünyada milyonlarca insan bunlar olmadan da yaşayabiliyor." dedi.

"- Kırılmayacağım sanırım." dedim.

"- Ki bu gidişimin en güzel yanı." dedi.

"- Veda sahnelerinden nefret ediyorum." dedim.

"- Bende." dedi.

"- Seni şu an şurada bırakmak istemiyorum. Daha sonra olsa ? Az daha dursan öyle gitsen ?" dedim çaresizce.

"- Zamanı durdurmayı hala öğrenemediğine göre gitmelere de alışman lazım. Diğerleri gibi benim de zamanım geldi." dedi.

Derin nefes... Sonsuzluk kadar uzun, ama sonu var... Her şey gibi...

"- Pekala." dedim. "Bu hayatta bir gün tekrar birleşmek umuduyla."

"- Tekrar birleşmek umuduyla." dedi ipeksi bir sesle.

Göğsümde, göğüs kafesimin altında, akciğerlerimin arasında bir yoğunluk... Önce ufacık bir his, giderek artıyor, ciğerlerimi sıkıştırmaya başlıyor. Tüm duygularım yükseliyor bir anda. Aynı anda hem mutluluk, hem acı. Hem öfke, hem huzur. Hem çaresizlik, hem güven. Hem o, hem bu, hem şu, hepsi. Gözlerimden yaşlar boşanırken deli kahkahalarıma engel olamıyorum. Duygusal sarsıntının bedenimin/benim üstümde nasıl büyük bir etkisi olduğunu anladığım anda yokoluyor o yoğunluk.
Yokoluyor.
Gitti galiba.
Tüm hislerle birlikte.

Sol tarafımda bir acı, başımı eğip bakıyorum.
Küçük şeffaf pembe kalbim kurumuş, kararmış, taşlaşmış.
Onu da almış giderken demek ki.
Kalbim de gitmiş.
Ruhumla birlikte.


Hoşçakal.




Bu görsel Suzanne Woolcott'a aittir. Kişinin dA galerisinden tanıtım amaçlı alınmıştır.

Cuma, Eylül 10, 2010

this is your life...



(bkz. günün şarkısı)

and you open the door
and you step inside
we're inside our hearts
now imagine your pain
is a white ball of healing light
that's right, feel your pain,
the pain itself,
is a white ball of healing light
i don't think so

this is your life
good to the last drop,
doesn't get any better than this
this is your life, and it's ending
one minute at a time
this isn't a seminar
and this isn't a weekend retreat
where you are now
you can't even imagine
what the bottom will be like

only after disaster
can we be resurrected
it's only after you've lost
everything that you're
free to do anything

nothing is static,
everything is appalling (evolving),
everything is
falling apart

you are not a beautiful and unique snowflake
you are the same decaying
organic matter as everything else
we are all a part of the same compost heap
we are the all-singing,
all-dancing crap of the world
you are not your bank account,
you are not the clothes you wear
you are not the contents of your wallet
you are not your bowel cancer
you are not your grande latte
you are not the car you drive
you are not your fucking khakis

you have to give up

you have to realise that someday you will die,
until you know that you are useless
i say let me never be complete
i say may i never be content
i say deliver me from swedish furniture
i say deliver me from clever art
i say deliver me from clear skin and perfect teeth
i say you have to give up
i say evolve, and let the chips
fall where they may

i want you to hit me as hard as you can

welcome to fight club
if this is your first night
you have to fight

Related Posts with Thumbnails